26 Eylül 2017 Salı

3-FELSEFENİN TEMEL KAVRAMLARI

3. FELSEFENİN ANAVATANI MESELESİ I 

Giriş

Bu bölümde felsefenin nerede ve nasıl ortaya çıktığı, ilk filozofun kim olduğu gibi sorular çerçevesinde felsefenin anavatanı sorusu ele alınacak, bu sorulara verilen alternatif cevaplar değerlendirilecektir.
Felsefenin nerede doğduğu, anavatanının neresi olduğu konusunda felsefe tarihçileri arasında ‎tam bir görüş birliği bulunduğu söylenemez. Mesela Arsito (m.ö. 322) felsefenin ilk kez ‎milattan önce VI. yüzyılda Batı Anadolu’daki İyonya şehirlerinden biri olan Milet’te Tales’le ‎başladığını söylerken, Diogenes Leartius (ö. 230) onun ilk defa Doğu’da yani Mısır ve ‎Mezopotamya’da ortaya çıktığını savunur. Bu iki karşıt görüşten ilki genel kabul görerek ‎çağlar boyu sürmüş ve XX. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. Özellikle XIX. yüzyılda ‎Fransız düşünürü Ernest Renan, Yunan mucizesi anlamına gelen Le Miracle grec adlı ‎eserinde eski Yunan medeniyeti gibi bir medeniyetin yeryüzünde görülmediğini; bilim, felsefe ‎ve sanatta gösterdikleri üstün başarı nedeniyle bunu bir mucize saymak gerektiğini iddia ‎etmiştir. Ayrıca o, bilim ve felsefenin soyut ve teorik düşüncenin ürünü olduğu, tarihte bunu ‎ancak Ârî (arien) ırktan gelenlerin başardığı tezini ortaya atmış; Samî ırka mensup olanların ‎ise teorik düşünmekten uzak, daha çok pratiğe yönelen bir zekâya sahip bulunduğunu ‎savunmuştur. Şüphesiz bilimsellikle bağdaşmayan bu görüş, öteden beri Batı’nın uyguladığı ‎sömürge siyasetini destekleme ve onu meşru göstermeye yönelik bir çaba olarak ‎değerlendirilmişse de yıkıcı etkileri yakın zamana kadar devam etmiştir. ‎
Ancak, XX. yüzyılda yapılan ve halen devam etmekte olan arkeoloji ve filoloji alanındaki ‎çalışmaların ortaya koyduğu belgeler, Diogenes Laertius’u ve onun gibi düşünenleri haklı ‎çıkarır niteliktedir. Zira başlangıçta felsefe dinden ve mitolojik düşünceden etkilenmişse de ‎onun rasyonel bir temel üzerinde gelişip yükselmesi için bilimsel bir zemine ihtiyaç vardır. ‎Bilim tarihçilerine göre milattan önce VI. yüzyıla gelinceye kadar eski Yunan’da bilimsel ‎denebilecek herhangi bir bilgi türünden söz edilemez. Halbuki bu tarihten çok önce ‎Mezopotamya’da aritmetik, astronomi; Mısır’da ise geometri ve tıp bilimleri ileri bir düzeyde ‎gelişmişti. Şu var ki, bu bilimlerin daha ziyade karşılaşılan hayatî güçlükleri çözmek amacıyla ‎üretildiği, mesela Herodot’un “yılın belli mevsimlerinde taşan Nil nehrinin getirdiği zengin ‎alüvyonların arazide sınırları ortadan kaldırması ve bunları yeniden ölçüp belirleme ihtiyacı ‎Mısır’da geometrinin gelişmesinde etkili olmuştur” iddiası doğru olabilir. Ancak, bunların ‎teorik temelden yoksun bulunduğu iddiasına gelince, bunu kanıtlayacak elde herhangi bir ‎belge yoktur. Kaldı ki, teoriyi doğurup besleyen pratiktir; günlük hayatta karşılaşılan ‎güçlükleri yenmek üzere yapılan her eylem zekâyı tutuşturan bir kıvılcım gibidir. Bir başka ‎deyişle teorinin yolu pratikten geçer. Ayrıca parçaları, tek tek olayları analiz edip bütün haline ‎getirerek genel yargılarda bulunmak (sentez) insan aklının en temel özelliğidir. Dolayısıyla ‎bunun, şu veya bu ırktan gelenlere özgü olduğu, ciddiye alınacak bir iddia değildir. Kaldı ki, ‎Karl Jaspers’in dediği gibi “insanın düşünerek kendi varoluşunun bilincine vardığı her yerde ‎felsefe vardır. Felsefe bu adla anılmadan da her yerde vardır. Çünkü düşünen insan, doğru-‎yanlış, sığ-derin, kısa soluklu-uzun soluklu, bir temellendirme içinde felsefe yapıyor ‎demektir. Nerede her zaman bir dünya varsa, nerede ölçüler geçerliyse, nerede bir yargı ‎veriliyorsa felsefe oradadır.”‎ ‎Ayrıca hangi çağda yaşarsa yaşasın bir insanın pratik bilimlere ‎yönelmesi, onun felsefe yapmasına engel teşkil etmediği gibi, teoriyi ihmal ettiği anlamına da ‎gelmez. Sözgelimi, düşünce tarihinde adı saygıyla anılan filozoflar arasında, tıp başta olmak ‎üzere, uygulamalı bilimler ve sanatlar alanında başarı gösterenlerin sayısı hayli yüksektir. O ‎halde teorik düşünceyi önemsediği için eski Yunan felsefesini gereğinden fazla yücelten ‎yazarlar, farkına varmadan teoriyle pratik arasına bir uçurum koymaktadırlar. Oysa tarih ‎böyle düşünenleri haklı bulmamaktadır. ‎
Mısırlılarla Mezopotamyalıların bilgi ve kültürlerine karşı Yunanlıların büyük bir saygı ‎duyduklarını, başta Herodot, Eflâtun ve Aristo olmak üzere birçok Yunanlı yazar açıkça dile ‎getirmektedir. Burada konumuzla ilgili olmak üzere eski Yunan’ın kurucu iki büyük filozofu ‎olan Eflâtun ile Aristo’nun ne düşündüklerine bir göz atalım. Eflâtun Yasalar diyaloğunda ‎Mısır eğitim sisteminde küçük yaştaki çocuklara okuma yazmanın yanısıra aritmetik ‎öğretimini nasıl zevkli bir hale getirdiklerini hayranlıkla anlatır ve “Biz de özgür yurttaşların ‎o kadarını öğrenmelerini söyleyelim” dedikten sonra “Sevgili Klenias, bu konudaki ‎eksikliğimizi ben çok geç farkettim; sonra düşündüm ki, bu, insanoğlundan çok domuz ‎yavrusuna yaraşan bir durum. Bunun üzerine yalnız kendi adıma değil, bütün Yunanlılar ‎adına utandım” der.‎‎ Aristo’ya gelince, yukarıda sözünü ettiğimiz Herodot’tan farklı ‎düşünmekte ve matematik sanatların boş zamana sahip ülkelerde ortaya çıktığını, Mısır’da ‎rahipler sınıfının boş zamanları çok olduğundan matematiğin orada doğduğunu ‎söylemektedir.‎ ‎Öte yandan biliyoruz ki, Aristo bilimleri sınıflandırırken matematiği teorik ‎bilimlerden saymaktadır. Şu halde bu iki büyük filozofun tanıklığıyla Doğu bilimlerinin teorik ‎temelden yoksun olduğuna ilişkin tezler geçerliliğini yitirmiş bulunmaktadır. ‎
Bilim ve felsefenin yol haritasına baktığımızda onun bizi Mısır ve Mezopotamya’ya (Sümer, ‎Babil, Asur ve Kalde) götürdüğünü anlarız. İlk önce tarih sahnesine çıkmış olan bu iki ‎medeniyetle kurulan ilişkiler Yunanlılar için başlıca ilham kaynağı olduğunda şüphe yoktur. ‎bu ilişkilerin m.ö. VIII. yüzyılın sonlarında İyonyalılar tarafından başlatıldığı; daha sonra ‎komşuları olan Anadolu’daki diğer kavimlerinden de çeşitli kültürel etkiler aldıkları ‎bilinmektedir.‎ ‎ Bu dönemde bilim ve düşüncenin intikali yapılan çevirilerle değil, ticari ve ‎turistik geziler veya özel ilişkiler şeklinde olmaktaydı. Mesela Tales, Pythagoras ve bir ‎söylentiye göre Eflâtun başta olmak üzere birçok Yunanlı bilgin ve filozof, bilgi ve ‎görgülerini geliştirmek için Mısır ve Orta Doğu’yu ziyaret etmiştir. Antropolojik verilere göre ‎bu ülkeler insanlığın ilk yerleşim alanları ve Hz. Adem’den itibaren bilinen bütün ‎peygamberlerin anayurdu olduğundan bilim ve medeniyet önce buralarda gelişip ‎çiçeklenmiştir. Diogenes Leartius’a bakılırsa eski Yunan’da Mısır’a seyahat bir gelenk halini ‎almıştı. Hatta Akdeniz ve civarında oluşan eski dünyanın bilim ve felsefesini derleyip ‎sistematize eden ünlü Aristo Mısır’a gitmemiş, fakat eserlerini yazarken danışman olarak ‎yanında Filistinli (Yahuda) bir Mısır uzmanını bulundurmuştur.‎ ‎Öyle olmasaydı görmediği ‎halde Aristo, Nil’in taşma mevsimlerini konu alan bir kitap nasıl yazabilir ve Mısırlı ‎kadınların genellikle ikiz doğurduklarını nereden bilebilirdi?‎
Tarihin akışı içinde medeniyetler eşliğinde bilim ve felsefenin de paraboller çizdiği, bir ‎toplumda belli bir olgunluk düzeyine ulaştıktan sonra, sosyal ve siyasi şartların yol açtığı ‎nedenlerle giderek duraksadığı bilinmektedir. Çünkü istikrara kavuşmuş ve sitatikleşmiş bir ‎medeniyet yeni bir felsefi düşünce üretemez. Ancak, onun sahip olduğu birikim, şu veya bu ‎şekilde daha elverişli şartları taşıyan bir başka topluma intikal edince, bu yeni sosyal çevrenin ‎gösterdiği ilgi, onlarda uyanan şevk ve heyecan bilim ve felsefeye yeni bir dinamizm ‎kazandırarak yeni bir medeniyetin ortaya çıkmasını sağlar. Bunun genel bir kural olduğu ‎söylenemezse de çoğunlukla medeniyetin seyir defteri bunun böyle olduğunu göstermektedir. ‎Nitekim İyonya koloni şehirlerinden Milet’te başlayan Yunan felsefesi, G. Sarton’un da ‎belirttiği gibi, başlangıç değil, sondur yani uzun bir geçmişe sahip olan Doğu bilim ve ‎düşüncesinin sonunda ortaya çıkmış bir harekettir.‎ Şu var ki, İyonya’dan Sicilya’ya geçen ‎felsefenin Yunanistan’a gelişi hayli geç olmuştur. M.ö. IV. yüzyılda antik çağın üç büyük ‎filozofu olan Sokrat, Eflâtun ve Aristo ile felsefe, terminoloji, metod ve problemleriyle en ‎olgun dönemini yaşayarak klasiklerini vücuda getirmiş ve bu tarihten sonra eski Yunan’da bu ‎çapta büyük filozof yetişmemiştir.‎
Bu konuda şu hususu belirtmek gerekir ki, genellikle felsefe tarihçileri rasyonel düşüncenin ‎ilk izlerine Homeros ve Hesiodos gibi eski şairlerin eserleri ile Orfik dinlerde ve Yedi ‎Bilgenin ahlâki özdeyişlerinde rastlandığını söylerler. Tanrıların aslını, menşeini ve evrenin ‎meydana çıkışını konu alan Theogonia’lar ile Cosmogonia’lar, kelimenin tam anlamıyla birer ‎mitoloji ürünüdür. Ancak Hesiodos’un “Başlangıçta kaos vardı” ifadesi, dini telakkinin dışına ‎çıkararak varlığın akılla yorumlanması diye nitelendirilmiş ve bu, felsefî düşüncenin ‎uyanmaya başladığının ilk belirtisi sayılmıştır. Öte yandan evrenin ve insanın yaratılışına ‎ilişkin efsanelerin yanısıra, özellikle ruh-beden ayrımını temel alan, ruhun düşüşü ve arınması ‎problemi üzerinde yoğunlaşan Orfizm’in de felsefî düşüncenin uyanmasında önemli payı ‎bulunduğu kabul edilir. Hint kültür ve düşüncesinin temel eseri olan Upanişadlar’ın izlerini ‎taşıyan bu mistik ve gizemli dinin, Pythagoras, onun kanalıyla Eflâtun ve bir ölçüde ‎Aristo’nun felsefî doktrinlerine yansıdığı görülmektedir. Şu var ki, gerek Orfizm gerekse ‎Greklerin mitolojiyle örülü politeist dinleri, vahye dayalı kitabî bir din olma özelliğinden ‎yoksun bulunduğundan herhangi bir nassa, bir dogmaya dayanmıyordu. Bu yüzden de felsefe ‎karşısında duracak ne bir gücü ve ne de söyleyecek bir sözü vardı. Durum böyle olunca ‎varlığı, hayatı, bilgiyi, olgu ve olayları rasyonel açıdan yorumlayıp temellendirmeye çalışan ‎felsefe, gelişmesini sürdürmek için kendisine çok elverişli bir ortam bulmuştu ve ikiyüz yıl ‎gibi kısa denecek bir süreçte gelişmesini tamamladı, fakat etkisi çok uzun sürdü. ‎
Burada önemli bir hususa işaret etmek gerekiyor. Genellikle felsefe tarihçileri, felsefenin ‎kaynağıyla ilgili olarak mitolojiye ve politeist dinlere sempatiyle baktıkları halde, monoteist ‎dinler üzerinde, her nedense, pek fazla durmazlar. Halbuki bugün Ortadoğu diye ‎adlandırdığımız bölge, ta Hz. Adem’den, özellikle de Hz. İbrahim’den beri süregelen ‎monoteizmin yani tek tanrılı-kitaplı dinlerin yaygın olduğu bir coğrafyadır. Eski çağlardan ‎beri bu bölgede gelişip boy vermiş olan Mezopotamya ve Mısır gibi iki büyük medeniyetle ‎çok sıkı bir ilişki içinde bulunan ve birçok konuda onların vârisi konumunda olan eski ‎Yunan’ın, bilimin dışında, onların düşünce ve inanç sistemlerine ilgi duymaması ve herhangi ‎bir şekilde etkilenmemesi kolaylıkla izah edilir bir durum değildir. Nitekim bu bencil ve ‎tekelci anlayışa, bilindiği kadarıyla, ilk karşı çıkan İskenderiyeli bir yahudi olan ve aynı ‎zamanda Grek felsefesini, özellikle Eflâtun doktrinini çok iyi bilen Philon (ö. 50?) olmuştur. ‎O, Eflâtun felsefesini, özü itibariyle Ahd-i Atik’in bir yansıması sayacak kadar Doğu kaynaklı ‎görüyordu. Yeni-Pythagorasçı bir filozof olan Suriyeli Numenius (ö. II. yüzyıl) daha da ileri ‎giderek “Eflâtun Attika diliyle konuşan Musa’dan başkası değildir” diyordu. Bu anlayış birer ‎hristiyan filozof olan Clement (ö. 213?), Origenes (ö. 254) ve ilk felsefe tarihçisi sayılan ‎Diogenes Leartius tarafından ısrarla savunuldu; hatta ilk çağın sonlarına kadar Yunan ‎felsefesinin Doğu kaynaklı olduğu fikri genel bir kanıydı. İslam ortaçağında da bunun yaygın ‎bir anlayış olarak devam ettiğini görmekteyiz. Nitekim Türk filozofu Fârâbî bu tarihi gerçeğe ‎dikkat çekerek der ki: “Bu ilim (felsefe) önceleri Irak’ta yaşamış olan Kaldeliler elindeydi, ‎sonra Mısır’a intikal etti, oradan da Yunanlılara, Yunanlılardan Süryanilere, sonra da Araplara ‎geçti.”‎
Felsefenin başlangıcı hakkında ileri sürülen bu görüşler bize, onun insanlığın ortak mirası ‎olduğunu, dolayısıyla binlerce yıllık birikimi bir tek kültüre veya medeniyete bağlayarak buna ‎‎“Yunan mucizesi” damgasını vurmanın tarihe saygısızlık ve insanlığa karşı bir haksızlık ‎olduğunu göstermektedir. O halde bu konuda mucizeden değil, bir başarıdan, belki de bir ‎şanstan söz etmek daha doğru olur. Bu başarının nedenleri araştırılacak olursa, şu tarihi ‎gerçekleri sıralamak gerekir:‎
a. Yunan bilim ve felsefesi Mezopotamya ve Mısır medeniyetlerinden çok sonra ortaya ‎çıkarak onların mirasını geliştirip zenginleştirmiştir.‎
b. Tarihin derinliklerinde kalan Mezopotamya ve Mısır’dan günümüze ulaşan yazılı belgeler ‎çok sınırlı olduğu halde, Yunan bilim ve felsefesine ilişkin eserler, papirüs ve parşömenlere ‎yazılarak büyük ölçüde korunmuş ve sonraki yüzyıllara intikal edebilmiştir.‎
c. Grek felsefesinin, antikçağın bütün bilimlerini kendi çatısı altında toplaması ve bilimle ‎birlikte yürümesi, onun yaygınlık kazanmasını ve uzun soluklu olmasını sağlamıştır.‎
d. Felsefenin kurucu iki büyük üstadı olan Eflâtun ile Aristo külliyatı sonraki yüzyıllarda ‎eğitim programlarına alınmış, ayrıca her eser üzerinde yapılan çeşitli dönemlerdeki şerh ve ‎yorumlarla felsefede zengin bir literatür oluşturulmuştur. Dolayısıla söz konusu bu başarıda ‎çeşitli kültürlerin payı büyük olduğu bilinen tarihî bir gerçektir.‎
e. Antik çağın sonlarında derin bir uykuya yatan ve Batılıların “dark ages” dedikleri V-X. ‎yüzyıllar arasında, Hristiyan dünyada hiçbir bilim ve felsefe hareketi görülmezken, VIII. ‎yüzyıldan itibaren Grekçe, Süryanice, Farsça ve Sanskritçe’den Arapça’ya yapılan tercümeler ‎sonucunda eski dünyanın bilim ve felsefe mirası yeni bir iklim ve farklı bir boyutta tekrar ‎hayatiyet kazanmış, yapılan çeşitli araştırmalarla gelişip zenginleşerek VIII-XIII. yüzyıllar ‎arasında İslam dünyasında yoğun bir felsefe hareketi gerçekleşmiştir. XI. yüzyıldan itibaren ‎ise İslam bilim, düşünce ve medeniyetine ait zengin literatürün büyük ölçüde İbranice ve ‎Latince’ye çevrilmesiyle Batı dünyasında yeni düşünce hareketleri başgöstermiş ve bu ‎gelişmeler giderek Rönesans ve Reform ile sonuçlanmıştır.‎
Görüldüğü gibi şayet Yunan felsefesinin başarısından söz edilecekse, ona çağlar boyu katkıda ‎bulunarak yeni boyutlar kazandıran diğer kültür ve medeniytlerin, özellikle de Batı’yı derin ‎uykusundan uyandıran İslam bilim ve düşüncesinin payını hatırlatmak hakbilirliğin bir gereği ‎sayılmalıdır.‎

Bölüm Özeti

Bu bölümde, felsefenin insanlığın ortak ürünü olduğunu, mucizevî bir tarzda Yunanistan’da ortaya çıkmadığını, Akdeniz havzasında ve Mezapotamya’da felsefenin Yunanistan’da ortaya çıkışını besleyen ciddi bilimsel ve düşünsel gelişmelerin bulunduğunu öğrendik.




1. 
“Diogenes Leartius (ö. 230) Aristo’nun aksine felsefenin ilk defa Doğu’da ortaya çıktığını savunur.”

Aşağıdakilerden hangisi yukarıdaki bilgi ile çelişmektedir?
2. 
XIX. yüzyılda ‎Fransız düşünürü Ernest Renan, Yunan mucizesi anlamına gelen “Le Miracle grec” adlı bir eser kaleme almıştır.
Ernest Renan’ın felsefe hakkındaki görüşleri ile ilgili aşağıdaki verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?
3. 
…..……. Yasalar diyaloğunda ‎Mısır eğitim sisteminde küçük yaştaki çocuklara okuma yazmanın yanısıra aritmetik ‎öğretimini nasıl zevkli bir hale getirdiklerini hayranlıkla anlatır.

Yukarıdaki boşluğa gelmesi gereken filozof aşağıdakilerden hangisidir?
4. 
….......... matematik sanatların boş zamana sahip ülkelerde ortaya çıktığını, Mısır’da ‎rahipler sınıfının boş zamanları çok olduğundan matematiğin orada doğduğunu ‎söylemektedir.‎

Yukarıdaki boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?
5. 
Aşağıdakilerden hangisi Yunan felsefe ve biliminin oluşumunda etkili olan medeniyetlerden biri değildir?
6. 
Felsefe açısından “Yunan mucizesi”nin anlamı nedir?
    7. 
    Felsefenin “ortaya çıkış”ından bahsedilebilir mi?
      8. 
      Felsefenin ortaya çıkışında Yunan dışında hangi medeniyetlerin katkısı olmuştur?
        9. 
        Mitoloji ile felsefe arasındaki ilişki nedir?
          10. 
          Felsefenin kökeni meselesi hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
            1 / 10



            Hiç yorum yok:

            Yorum Gönder

            Bahar Dönemi

            Üniteler 1. Platon Ve İdealar Öğretisi 2. Platon’da Ahlak Giriş 2.1. İdea Nedir, Ne İşe Yarar? 2.2. Ruh (psykhe) Nedir? 2.3. En...