4. FELSEFENİN ANAVATANI MESELESİ -II
Giriş
Geçen bölümde farklı yönleriyle ele alınan felsefenin anavatanı meselesi, bu bölümde Âmirî (ö. 992) adlı filozofun metni çerçevesinde tekrar incelenecek ve klasik dünyada bu meselenin nasıl ele alındığı üzerinde durulacaktır.
Sonsuzluk Arzusu şeklinde Türkçeye aktarılabilecek olan el-Emed ale’l-ebed adlı eserinde Âmirî (ö. 381/992) şöyle demektedir:
“[Bilgelik ve Bilgeler]
“Andolsun ki biz Lokman’a hikmeti verdik” [Lokman 31/12] âyeti gereğince hikmetle nitelenen ilk kişi Lokman Hekim’dir. O, peygamber Davud (a.s.) zamanında yaşamış ve sürekli olarak Şam bölgesinde oturmuştu. Anlatıldığına göre Yunanlı Empedokles onun yanına gider gelirmiş ve hikmeti de ondan öğrenmiştir. Fakat Yunanistan’a dönünce evrenin aslı hakkında özgürce konuşmaya başlamış. Görünüşü itibariyle o sözler âhireti inkâr anlamına gelir. Lokman Hekim’le olan dostluğundan dolayı Yunanlılar onu bilgelikle nitelerler. Hatta Yunanlılar içinde bilgelikle ilk nitelenen odur. Bâtınîlerden bir grup onun felsefesini benimseyerek onu diğerlerinden üstün tutar ve onun sembolik ifadelerinin içeriğini anlayanların az olduğunu iddia eder.
Bilgelikle nitelenenlerden biri de Pisagor’dur. Davud’un (a.s.) oğlu Süleyman’ın öğrencileri Şam bölgesinden Mısır’a gidince onlarla görüştü. Bu görüşmeden önce Mısırlılardan geometri öğremiş, sonra da Süleyman’ın öğrencilerinden fizik ve ilâhiyât (metafizik) okumuştu. Bu üç ilmi -geometri, fizik ve din ilmi- Yunanistan’a götürmüş, sonra da kendi zekâsıyla mûsikî ilmini ortaya çıkararak onu orantı ve sayılarla belli bir kural altına almıştı. O, bu ilimleri peygamberlik kandilinden yararlanarak geliştirdiğini iddia etmiştir.
Pisagor’dan sonra bilgelikle nitelenenlerden biri de Sokrat’tır. O, felsefeyi (hikmet) Pisagor’dan almış ve felsefe disiplinlerinden yalnız metafizikle yetinmiştir. Dünya zevklerinden yüz çeviren Sokrat, Yunanlıların dinine karşı olduğunu ilan etmiş ve ortaya kanıtlar koyarak müşrik devlet büyüklerine karşı çıkmıştır. Derken, üzerine kalabalık halkı kışkırttılar ve öldürülmesi için krallarına baskı yaptılar. Kral da toplumuna hoş görünmek için onu hapse attı ve şerrinden kurtulmak için zehirletti. Onun başına gelenler, tevâtür derecesindeki haberlerle bilinmektedir.
Sokrat’tan sonra bilgelikle nitelenenlerden biri de Eflâtun’dur. Yunanlılar arasında soylu ve değerli bir aileden geliyordu. Sokrat’ın yolundan giderek o da felsefeyi (hikmet) Pisagor’dan almıştı. Ancak o, metafizikle yetinmeyerek matematik ve tabiat ilimlerini de felsefe altında topladı. Onun, tasnifini üstlendiği meşhur kitapları vardır; ancak, sembolik (diyaloglar halinde) olduğundan kapalıdırlar. Hayatının sonlarında çok öğrenci yetiştirdi ve okulunu öğrencilerinin seçkinlerine bırakarak insanlardan uzaklaşıp kendini Rabbine ibadete verdi.
Onun zamanında Yunanistan’da veba salgını vardı. İnsanlar Allah’a yalvarıp yakardılar ve İsrailoğulları’nın peygamberlerinden birine bunun sebebini sordular. Allah peygambere vahiyle, Yunanlıların sunağın katını alıp küp şekline koydukları zaman vebanın ortadan kalkacağını bildirdi. Bunun üzerine onlar sunağın bir dengini yaparak öncekine kattılar, fakat veba daha da arttı. Tekrar peygambere başvurarak bunun sebebini sordular. Allah peygambere vahiyle, onların sunağın katını almadığını, aksine benzerini öncekine eklediğini bildirdi. Dolayısıyla bu küpün katı değildir. Bu durum karşısında Eflâtun’dan yardım istediler. O dedi ki: “Sizler felsefeyi (hikmet) engelliyor ve geometriden nefret ettiriyorsunuz. Bu yüzden Allah sizi veba ile cezalandırdı. Çünkü felsefî ilimlerin Allah katında büyük değeri vardır.” Sonra öğrencilerine dönüp dedi ki: “Aynı oranda iki çizgi arasından kesintisiz iki çizgi çıkarabilirseniz sunağın katını elde edebilirsiniz. Bunu yapmaktan başka da çareniz yoktur.” Bunun üzerine yapmaya koyuldular ve sunağın katını alma işini bitirince veba ortadan kalktı. Nihayet onlar da geometri ve öteki teorik ilimler aleyhinde bulunmaktan vazgeçtiler.
Eflâtun’dan sonra bilgelikle nitelenenlerden biri de Aristoteles’tir. O, Zülkarneyn diye bilinen İskender’in hocasıdır. Felsefe yapmak üzere yirmi yıla yakın bir süre Eflâtun’un yanında bulundu. Aşırı derecede zeki olduğundan dolayı gençliğinde ona “Ruhânî” denirdi. Eflâtun ise ona “Akıl” adını vermişti. Mantık kitaplarını yazan ve mantığı ilimler için bir âlet olarak koyan odur. Bu sebeple ona “Mantık sahibi” lakabı verilmiştir. Ve o, fizik ve metafiziğin bölümlerini düzenlemiş ve her bölümü başlıca bir kitapta ele almıştır. Onun zamanında hükümdarlık Zülkarneyn’e geçmiş ve bu sayede Yunan ülkesinde şirkin kökü kazınmıştır.
İşte bu beş kişi bilgelikle nitelenmiş, bunlardan sonra hiç kimseye bilge (hakîm) denmemiştir; aksine bunlardan sonra gelen her kişi sanat ve hayat tarzına nisbetle anılmıştır. Mesela tabip Hipokrat, şair Homeros, mühendis Arşimed, köpeksi (kelbî) Diogenes ve fizikçi Demokritos.
Galen (Câlînûs) kendi döneminde çok eser verince, bilgelik niteliğini almaya yeltendi, yani hekimlikten bilgeliğe geçmek istedi. Bunun üzerine onunla alay ettiler ve: “Sen merhemlerle, müshillerle, yaraların tedavisiyle ve perhizlerle uğraş. Zira ilâhî hikmet, onun ilkelerinden şüphe edenin anlayışından daha [yücedir]. Çünkü bir kimse âlem ezelî mi yoksa yaratılmış mı; âhiret konusunda, o gerçek mi yoksa bâtıl mı; nefis hakkında o cevher mi yoksa araz mı diye şüphe ederse, onun derecesi bilgelikten kesinlikle aşağıdır” dediler.
Zamanımızda halkın anlayışı ise ilginçtir. Öklid’in kitabını okuyan ve mantığın esasını kavrayan bir insan gördüklerinde, metafizik ilimlerden yoksun olsa da onu bilgelikle niteliyorlar. Hatta tıptaki uzmanlığından dolayı onlar, “beş ezelî ilke” saçmalığını ve bazı ruhların ölümlü olduğunu savunan [Ebû Bekir] Muhammed b. [Zekeriyyâ] er-Râzî’ye -Allah inandırsın- bilge diyorlar. Halbuki, -Allah rahmet eylesin- üstadımız Ebû Zeyd Ahmed b. Sehl el-Belhî, çeşitli alanlardaki geniş bilgisine ve din konusundaki istikâmetine rağmen, kendisini yüceltenlerden biri ona bilgelik isnad edince, bundan rahatsız olur ve: “Vah o zamana ki, benim gibi yetersiz birini şerefli hikmete nisbet ediyorlar! Sanki onlar yüce Allah’ın şu âyetini duymamışlar: ‘O, dilediğine hikmeti verir; kime ki hikmet verildiyse ona çok iyilik verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahibi olanlar hakkıyla anlar’ [el-Bakara 2/272].”
Onun hocası Ya‘kûb b. İshâk el-Kindî’nin tutumu da böyleydi.
Durum böylece anlaşıldığına göre, Eflâtun’dan naklonunan meşhur hikâyeyi de bilmen gerekir. O, öğrencilerine dermiş ki: “Sizler her şeyi bilseniz de Allah’ı bilmedikçe bir şey bildiğinizi sanmayın.” Sonra Aristoteles’ten naklolunan meşhur hikâyeye göre o dermiş ki: “Bundan önce içiyor ve susuyordum; şânı yüce Allah’ı bilince içmeden kandım.”
Yunanlılar arasında bu beş kişiye tâbi olup da mutlak bilge diye anılan kimseler, şânı yüce Yaratıcı’yı kabul etmeyenlere ve ölümden sonra ebedî mükâfata inanmayanlara küçümser gözle bakarak değer vermezler ve onlara karşı tevhide inanan birinin bir zındığa davrandığı gibi davranırlardı. Şu var ki, onların âhiret hayatının şekline ait inançları bir tek noktada, tertemiz olan İslâm dinine uymamaktadır. Onlar ölümden sonraki dirilişi kabul etmezler; fakat insan ruhlarının ebedî olarak ödüllendirileceğini gerekli görürler. Bu yüzden İslâm, o topluluğun sapık olduğuna hükmetmemiştir. Yaratıcı’nın ispatı, zâtının birliği, zıt ve ortaklardan münezzeh olduğu hususlarına gelince, onlar buna kesinlikle inanır ve kanıtlamak üzere bu konuda deliller getirirler.
Biz bu açıklamayla onların durumunu ortaya koymanın iyi bir şey olacağını düşündük. Çünkü onlar ülkeleri bayındır kılan ve insanların işlerini yoluna koymada yararlandıkları tıp, geometri, astronomi, mûsikî ve daha başka disiplinleri temellendirme zahmetine katlandılar, bu konularda bilinen eserleri kaleme aldılar. Bunlar çeşitli dillere tercüme edildi, akıllı milletler bunları benimseyerek onların düzeyine yükseldiler.
Sonra pis zındıkların onları istismar ederek ve şöhretlerinden yararlanarak kıt akıllı kimseleri birer birer avladıklarını, ahlâksızlıkla kirlettikleri alana onları cezbettiklerini, hatta “yüce Allah’ın dini doğru ve gerçekse, böylesine gelişmiş akla ve geniş hayal gücüne sahip olanları tercih etmek ve onlara bağlanmak daha evlâdır” dediklerini gördük.
Sonra yine gördük ki, kelâmcılar (el-cedeliyyûn), filozofların inkârcı olduğunu, pasif tanrı anlayışını (ta‘tîl) savunduklarını iddia ederek aleyhlerinde bulunuyor ve: “Hak dinin güçlü hasımları var; şayet biz onlarla mücadeleye soyunmayacak olsak ve bâtıl fikirlerini çürütmesek inkârcılık tertemiz olan İslâm’ı karartır” diyerek halkı yanıltıyorlardı. Hayatıma yemin ederim ki, hakka yardım ve dine destek hususunda kelâmcıların takdire değer çalışmaları vardır; ancak o filozoflara pasif tanrı anlayışı isnad etmek inkârcılığa cazibe kazandırabilir ve zındıklığın yüceltilmesine yol açabilir. Çünkü bu, dehrîlerin (materyalist) kıt akıllı insanlara kurdukları tuzağı güçlendiren hususlardandır.”
Bölüm Özeti
Bu bölümde, Âmirî’nin eserinden yaptığımız alıntı çerçevesinde klasik dünyada felsefenin insanlık tarihiyle ve peygamberler tarihiyle nasıl ilişkilendirildiğini öğrendik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder