5. FELSEFENİN GELENEKSEL TANIMLARI
Giriş
Bu bölümde modern öncesi dönemde felsefenin nasıl tanımladığı sorusu, bu soruya verilen geleneksel cevaplar çerçevesinde incelenecek, İbn Sînâ’nın bir metninden hareketle felsefenin klasik tanımları üzerinde durulacaktır..
Felsefe aklın ve özgür düşüncenin ürünü olduğundan onun herkesçe benimsenen bir tanımını vermek gerçekten güçtür. Çünkü bir filozofun yetişmesinde ve onun zihnî formasyon kazanmasında yaşadığı dönemdeki bilimsel birikimin, sosyal ve siyasi ortamın, din ve hayat anlayışlarının önemli katkısı bulunduğu gibi kendi şahsî eğilimlerinin de elbetteki payı büyüktür. Bir başka deyişle her insan kendi çağının ürünü olduğu gibi her ne kadar filozofun söylemi evrensel boyutta olsa da çağının ve şahsî eğilimlerinin damgasını taşıdığında kuşku yoktur. Bu gerçekten hareketle, felsefenin, her filozofun üzerinde uzlaştığı ve herkesi tatmin eden bir tanımının bulunmadığını söyleyebiliyoruz.
Durum böyle olmakla birlikte antikçağın kurucu üç filozofu olan, aynı zamanda aralarında hocalık-talebelik düzeyinde sıkı bir ilişki bulunan Sokrat, Eflatun ve Aristo’dan gelen felsefe tanımları, geleneksel tanımlar olarak her çağda tekrarlanıp üzerlerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır. Ayrıca hellenistik dönemde ve orta zamanlarda yazılan felsefi eserlerin giriş kısmında bu tanımlara yer vermenin âdeta bir gelenek halini aldığı anlaşılmaktadır.
Biliyoruz ki herhangi bir bilgi şubesi ya konusu açısından veya amacı bakımından yahut önemi gözönüne alınarak ya da yararı düşünülerek tanımlanmaktadır. Aşağıda verilen tanımlarda da bu farklı açıları görmek mümkündür.
1. Felsefe hikmet (bilgelik) sevgisidir. Yukarıda açıklandığı üzere kelimenin etimolojisinden kaynaklanan bu tanımda Grekçe sevgi anlamına gelen fila ile hikmet ve bilgelik anlamındaki sofia’dan oluşan felsefe, herhangi bir çıkar beklemeden, şan ve şöhret duygusuna kapılmadan tümüyle varlığı, olgu ve olayları her yönüyle araştırıp kavrama, soruşturup inceleme şevk ve arzusuyla gösterilen çaba anlamına gelmektedir. Filozof da bu işi yapan kimsedir.
2. Felsefe insanın kendini bilmesidir. Sokrat’a ait olan bu tanım aynı zamanda düşünce tarihinde meydana gelen bir kırılmayı, bir dönüşümü dile getirmektedir. Hatırlanacağı üzere Sokrat’tan önce eski Yunan’da ortaya çıkan sofistler, dış dünya hakkında doğru ve genel geçer bir bilgi edinmenin imkânsız olduğunu savunuyor, buna gerekçe olarak da duyularımızın bizi yanılttığını, dış dünyanın ise sürekli değişmekte olduğunu ileri sürüyor ve sürekli değişen bir şey hakkında doğru bilgi edinmenin imkânsız olduğunu söylüyorlardı.
Geliştirdiği diyalektik yöntemi kullanarak sofistlerle mücadele eden Sokrat, bilgi probleminde dış dünyadan çok insanın yani nesneden (obje) ziyade öznenin (suje) önemli olduğunu söylüyordu. Öyleyse felsefe, öncelikle insanın kendini yani kendi zihin dünyasını tanımakla başlar. Bu görüşünü temellendirmek üzere Sokrat, “zihin hiçbir şeyi dışarıdan almaz, hoca talebesine yeni bir şey vermez, sadece onda var olan bilgiyi ortaya çıkarması için sorular sorarak ona yardımcı olur” diyordu. Bu tavrıyla Sokrat rasyonalist bir filozof olarak bilinir. Yukarıdaki tanım işte bu düşünceyi dile getirmektedir.
3. Felsefe, insanın gücü ölçüsünde ebedî ve küllî olan varlıkların hakikat ve mâhiyetini bilmesidir. Eflatun’dan gelen bu tanım, bir ölçüde onun felsefesinin özünü ve amacını yansıtmaktadır. Bilindiği gibi sofistlerin insanı kaosa sürükleyen o septik tavırlarına karşı Eflatun da onlarla mücadele etmiştir. Bilgiyi temellendirmek ve onu sabit bir temele oturmak üzere felsefeye, duyulur âlem ile fikirler (idealar) âlemi ayrımını getirmişti. Ona göre değişken olan görünüşler ve fenomenler âlemine mukabil değişmeyen ezelî bir tümel fikirler âlemi vardır. Sözgelimi her çağda yaşayan insanın zihninde varlığın cins ve türlerine ait çeşitli fikirler var olup, insanlar öldüğü halde bu tümel fikirler hiç yok olmamaktadır. O halde bilgilerimizin kaynağı ezelî olan bu fikirler veya idealardır. Gerçek bilgi ancak idealar âlemiyle ilişki kuran bilgi olabilir. Eflatun’a göre her birimiz dünyaya gelirken bu bilgiye sahip olarak doğarız. Ne var ki, ferdî ruhlar küllî ruhtan ayrılıp bedenle ilişki kurunca bildiklerini unuturlar. Nesneler dünyasıyla ilişkiye geçince unuttuklarını yavaş yavaş hatırlamaya başlar. Dolayısıyla öğrenmek hatırlamaktır. İşte yukarıda verilen tanım bu düşünceyi yansıtmaktadır. Yani felsefe, ölümsüz olan ideaların ne olduğunu anlamaya çalışmaktır.
4. Felsefe, insanın gücü ölçüsünde yüce Allah’ın fiillerine benzemesidir. Ahlâkî bir amaç taşıyan ve Eflatun’dan gelen bu tanıma göre insan, davranış ve fiilerinin olgun ve erdemli olabilmesi için Allah’ın fiillerini kendine örnek almalıdır. Zira Allah, “en yüksek iyi”dir, her çeşit iyilik ve güzelliğin kaynağı O’dur. O’nun fiil ve eseri olan bu evren de güzellik ve mükemmellikler manzumesidir. İşte insanın bu ideal güzelliği her yönüyle kavrayabilmesi, kendi fiil ve davranışlarının da mükemmel ve erdemli olmasını sağlayacak olan felsefedir.
5. Felsefe, ölümü düşünüp önemsemektir. Hayat kadar yalın, hatta ondan daha gerçek olan ölüm, ürpertici yalınlığıyla insanı içinden çıkılmaz düşüncelere sevketmektedir. Bu yüzden Eflatun “ölüm düşüncesi...işte en doğru felsefe budur, başkası değil” der. Belki de filozofun bu ifadesinden esinlenerek yukarıdaki tanım düzenlenmiştir. Hayata ait bütün etkinlikler, akıl, vicdan, emeller, ihtiraslar, ümit ve beklentiler nasıl olup da bir nefesle sona eriyor? Eğer ölüm her şeyin sonu demekse o zaman yaşamanın, bu kadar çalışıp didinmenin, iyilik, güzellik, hak ve adalet, din ve ahlâk adına ortaya konan değerlerin, bilim ve medeniyetin ne anlamı kalır? Peki hakikat dediğimiz şey hayatta mı yoksa ölümün ötesinde mi? İşte ölümü düşünmenin önümüze serdiği yalın gerçekler...
Filozof Kindî yukarıdaki tanıma şöyle bir yorum getirmektedir: İnsan nefsinin; bir duyu, diğeri akıl olmak üzere iki gücü bulunmakta ve insan, varlığı bu iki güç vasıtasıyla tanıyıp değerlendirmektedir. Onun varlıktan aldığı hazlar da yine bu iki gücü tatmine yöneliktir. Şu var ki, duyu hazları insana daha cazip gelmekle birlikte geçicidir ve çoğunlukla geriye kötü alışkanlıklar bırakmaktadır. Giderek bu alışkanlıkları irade ve akıl gücünü devreden çıkararak insanın ruh ve beden sağlığını bozmakta, onu bayağılaştırmaktadır. İşte felsefe, insana şehevî arzularını yenmenin ve böylece aklı egemen kılmanın yol ve yöntemlerini öğreten bir disiplin olmaktadır.
6. Felsefe, varlık olarak varlığın bilgisidir. Aristo’dan gelen bu tanıma göre bilimler varlığın bir türünü veya özel bir kısmını kendilerine konu alırken felsefe “var olanı” bir bütün olarak ele alır; onun mahiyetini, ilk prensibini ve son gayesini araştırır. Buna ilişkin olarak madde-form, güç-fiil, birlik-çokluk, zorunluluk-zorunsuzluk, sebeplilik vb. kavramları birer varlık problemi olarak inceler. Ayrıca Tanrı-varlık ilişkisi de bu bağlamda sorgulanan en önemli problemdir. Yukarıdaki tarifin aynı zamada metafizik disiplininin tanımını olduğu göz ardı edilmemelidir.
7. Felsefe, sanatların sanatı ve hikmetlerin hikmetidir. Yine Arsito’nun verdiği bu tanıma göre felsefe bütün bilim ve sanatların anasıdır. Çünkü o, bilim ve sanatların prensiplerini sorgulayıp belirleyen, onlar hakkında değer yargısında bulunan; çözemedikleri zorlu soruları kendi gündemine alıp onlar üzerinde yeni hipotezler üreterek bilim ve sanatlara sunan ve onlara kılavuzluk yapan üniversal bir bilgi dalıdır ve bu yüzden de bilimlerin kraliçesi sayılmaktadır. Bu nedenledir ki, ilk ve ortaçağlar boyunca bütün bilimler felsefenin çatısı altında bulunuyordu. Yeniçağla birlikte bilimler birer birer bağımsızlıklarına kavuştu. Bağımsızlığını ilk ilan eden astronomiyi fizik ve öteki pozitif bilimler izlemiş ve en son ayrılan da psikoloji olmuştur.
Meşhur İslam filozofu İbn Sînâ (ö. 428/1037), Felsefenin Temel Meseleleri anlamına gelen Uyûnu’l-hikme’nin fizik bölümünün başında şöyle demektedir:
“Felsefe (hikmet), teorik ve pratik konularda insan nefsinin gücü ölçüsünde tasavvur (kavram) ve tasdik (yargı) yoluyla yetkinliğe kavuşmayı arzu etmesidir. Teorik konularla ilgili olup bizim eylemimize değil bilgimize konu olan hususlar “teorik felsefe”, hem bilgimize hem de eylemimize konu olan pratik konular ise “pratik felsefe” olarak isimlendirilir. Felsefenin her iki kısmı da üç alt dala ayrılır. Pratik felsefenin alt dalları, şehir, ev ve ahlaka dair felsefedir. [Amelî felsefenin] bu üç [kısmının; yani ahlak, ev yönetimi ve siyasetin] ilkesi ilahî dinden (eş-şerî‘atü’l-ilâhiyye) elde edilmiştir ve bunların tanımlarının (hudûd) yetkinliği [ya da tam olarak sınırları ve miktarları] ilahî dinle açıklık kazanmaktadır. Bundan [yani ilahî dinin belirlemelerinden] sonra insanın nazarî [akıl] gücü o [ilim dallarındaki] amelî kanunları bilmek ve bu kanunları [amelî akıl aracılığıyla] tikellere uygulamak suretiyle bunlar üzerinde tasarrufta bulunmaktadır.
Şehir yönetimine dair pratik felsefenin alt dalının faydası, bu sayede gerek insan bedenlerinin gerekse insan türünün bekâsını sağlayacak yararlı hususlarda insanların birbirleriyle yardımlaşmaları için insan fertleri arasındaki ortak yaşamın niteliğini bilmeyi sağlamasıdır. Pratik felsefenin ev yönetimine dair alt dalının faydası, evin yararının sağlanması için evin her bir ferdinin ortak yaşamda nasıl bir konumda bulunduğunu bilmeyi sağlamasıdır ki, evdeki ilişkiler, eşler, çocuk-ebeveyn ve köle-efendi arasında sözkonudur. Ahlak felsefesinin faydası ise kişinin erdemleri bilip onlarla bezenmesi ve rezillikleri bilip onlardan kaçınmasını sağlamasıdır.
Teorik felsefenin üç kısmı ise şunlardır: Değişim ve harekete tâbi şeylerle ilgilenen felsefe ki, bu, tabiat felsefesi olarak isimlendirilir. Varlığı değişimle iç içe olsa da zihnin değişimden soyutlayabildiği şeylerle ilgilenen felsefe ki, bu da matematik olarak isimlendirilir. Varlığı değişimle iç içe olmaya gerek duymayan, onunla asla iç içe bulunmayan, bulunsa bile onu muhtaç olduğu için arazî olarak iç içe bulunan şeylerle ilgilenen felsefe ki, bu da ilk felsefe olarak isimlendirilir ve ilâhî konularla ilgili felsefe de bunun kapsamındadır. Nazarî felsefenin bu kısımlarının [yani tabiat bilimleri, matematik bilimleri ve metafizik] ilkeleri ise ilahî din sahiplerinden (erbâbu’l-milleti’l-ilâhiyye; yani peygamberlerden) ima ve işaret (alâ sebîli’t-tenbîh) yoluyla elde edilmiştir. [Nazarî] akıl gücü ise onları [yani nazarî ilimleri] kesin kanıt ortaya koyma (alâ sebîli’l-hucce) yoluyla yetkin bir şekilde tahsil etmeye yaramaktadır.
Kendisine felsefenin bu iki kısmıyla nefsini yetkinliğe ulaştırma gücü ve bunlardan biri ile de eylemde bulunma kudreti verilen kimseye çokça iyilik verilmiş demektir.”
Bölüm Özeti
Bu bölümde, felsefenin geleneksel beş tarifini, kaynakları ve muhtevaları itibariyle ele aldık ve İbn Sînâ’nın felsefe tarifi ve sınıflamasının ayrıntıları hakkında bilgi sahibi olduk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder