26 Eylül 2017 Salı

6. unite

6. HİKMET/BİLGELİK VE HAKÎM/BİLGE KAVRAMLARI

Giriş

Bu bölümde, felsefe ve filozof kavramıyla yakından ilişkili olan hikmet ve hakîm kavramlarının içerimleri ele alınacak ve hikemiyât (hikmetli sözler) literatürü Kindî örneği çerçevesinde incelenecektir.
Düşünce ve kültür tarihi içinde bilgelik ve bilge anlamına gelen hikmet ve hakîm kelimelerinin çoğu kez felsefe ve filozof kavramlarıyla aynı manaya geldiği kabul edilmekle birlikte bazan hikmet ve hakîm’in hem ilahî/dinî hem de beşerî/aklî bilgiyi birlikte dile getirdiği öne sürülerek bunların felsefe ve filozoftan daha derin, daha kapsamlı ve evrensel olduğu savunulmuştur.
Her şeyden önce hikmet ve hakîm Kur’ân-ı Kerîm kaynaklı birer kavram olup birincisi 20, ikincisi 81 âyette geçmekte ve farklı bağlamlarda değişik anlamlara geldiği görülmektedir. Sözlüklerde ve tarihî gelişim içinde Kur’ân tefsirlerinde hikmete verilen anlamların ortalaması alındığında görülür ki hikmet: “Varlığı derinden kavrama, her yönüyle anlayıp bilme; olgu ve olayların arka planını, sebep ve gelişimini doğru bir şekilde tesbite yarayan temellendirilmiş bilgi, bu bilgiyi en güzel tarzda ifade ederek insanları aydınlatma ve kişinin bildiklerini kendi hayatına uygulayıp erdemli yaşaması” gibi ontolojik, epistemolojik, kozal ve ahlâkî anlamları içermektedir. Bu yorumların ışığında kısaca hikmet: “Doğru bilgi, yararlı iş ve erdemli davranış” şeklinde özetlenebilir. Bununla amaçlanan, mutlu bir hayatın ancak teoriyle pratiğin bir arada içiçe yaşanması sonucunda elde edileceği gerçeğidir. Aynı zamanda bu anlayışın, ilk ve ortaçağ felsefe akımlarında yaygın bir inanç olduğu dikkat çekicidir.
Bir âyette “Allah hikmeti dilediğine verir; kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiş demektir; bunu ancak akıl sahipleri düşünür” (el-Bakara 2/129) denilmektedir. Genellikle tefsir âlimleri buradaki hikmeti; dine ve dünyaya ait meseleleri enine boyuna ve derinlemesine araştırıp inceleme, din ve dünyanın inceliklerini keşfe yarayan bilgi şeklinde yorumlarlar. Kur’ân, böylesine tutarlı ve kapsamlı bilgi düzeyine ulaşanların nice nice iyilik ve güzelliklere sahip bulunduklarını ve bu evrensel gerçeği ancak aklını çalıştıranların anlayıp takdir edeceklerini bildirmektedir. Bir hadiste de Hz. Peygamber “Hikmet mü’minin yitik malıdır, onu nerede bulursa almalıdır” diyerek her müslümanın doğru ve yararlı olan bir bilgiyle karşılaştığı zaman, ona kendi öz malı gibi sahip çıkması gerektiğini söyler. Bu hadisten çıkan sonuç şudur: Hikmet diye nitelendirilen doğru ve yararlı bilgi insanlığın ortak malı ve evrensel bir değeridir. Ayrıca vahye dayanan bilgi hikmet diye nitelendiği gibi aklın ürünü olan doğru ve yararlı bilgi de hikmet olarak değerlendirilebilir. Nitekim hadiste her görüldüğü yerde alınması tavsiye edilenin bu türden bilgi olduğu anlaşılmaktadır. O halde hikmeti kutsal kitaplardaki bilgilerle sınırlandırmak doğru bir yaklaşım sayılmaz.
Hakîm kavramına gelince, Allah’ın sıfatı bağlamında geçtiği âyetlerde, yarattığı her şeyi sağlam, kusursuz ve bir yarara yönelik olarak yaratan anlamındadır. Kur’ân’ın sıfatı olarak yer aldığı âyetlerde ise hikmetleri içeren kitap, ilahî hakikatler manzumesi gibi manalara gelir.
Grekçe felsefî eserlerin Arapça’ya tercümesi sırasında “felsefe” şeklinde Arapçalaştırılmış olan Grekçe “phila-sophia” kelimesinin “hikmet sevgisi” anlamına gelmesiyle bağlantılı olarak hikmet terimi felsefî anlamlar kazanmış ve zamanla İslâm felsefî ilimler sisteminin genel adı yahut bu sistemde yer alan metafizik, tıp ve hatta Abdurrahman el-Hâzinî’nin Mîzânü’l-hikme adlı eserinde görüldüğü üzere mekanik gibi ilimlerin özel adı olmuştur. İslâm dünyasında ilk müslüman filozof olarak kabul edilen Ya‘kūb b. İshak el-Kindî, “phila-sophia”nın karşılığı olarak felsefe ile birlikte zaman zaman hikmet terimini de kullanmıştır. Esasen Kindî felsefeyi “hikmet sevgisi” olarak tanımlamakta ve filozoflar için “hükemâ” tabirine yer vermekte, ayrıca hikmeti dört temel faziletin ilki olarak göstermektedir. Yine Kindî, felsefenin en yüksek seviyesi olarak metafiziği “hikmetler hikmeti” olarak adlandırmıştır. Fakat İslâm dünyasında hikmet kelimesinin felsefe anlamında kullanılışı Kindî’den bir hayli gerilere gitmektedir. Tercüme faaliyetinin başlangıç döneminde Aristo mantığının bazı bölümlerini Farsça’dan Arapça’ya çeviren İbnü’l-Mukaffa‘ (ö. 142/759) felsefe anlamında kullandığı hikmeti ilim (teori) ve amel (pratik) şeklinde iki kısma ayırmıştır. Ayrıca kendisinin yaptığı Kelîle ve Dimne tercümesinde hikmeti “felsefî bilgi” karşılığı olarak kullanmıştır. Bu tercümeye yazdığı girişte eserin hikmet ve eğlenceyi birleştirdiğini, dolayısıyla her seviyeden insana hitap edecek şekilde kaleme alındığını, ancak eserdeki asıl fikirlerin “feylesûf”a has bir seviyede anlaşılabileceğini belirtmiştir. Ünlü hekim Ali b. Rabben et-Taberî, İslâm dünyasında telif edilmiş ilk sistematik tıp kitaplarından biri olan eserine Firdevsü’l-hikme adını vermiştir. Bu eserde hikmet kelimesi hem tıp hem felsefe anlamında kullanılmıştır. Zira Taberî tıp ilminin küçük âlem olarak insan tabiatıyla, felsefenin de büyük âlem olan kâinatla meşgul olduğunu düşünmekte, filozoflar hakkında hükemâ tabirini kullanmaktadır. Me’mûn tarafından kurulan Beytülhikme’de çalıştığına göre İbn İshak’ın hikmetten felsefeyi anlaması tabiidir. Ayrıca eserinde İslâm öncesi felsefe akademilerine atfen “büyûtü’l-hikme” tabirini kullanmaktadır. Kindî ile birlikte Muhammed b. Ahmed el-Hârizmî, Şehristânî, Ebü’l-Hasan el-Âmirî gibi müslüman âlim ve düşünürler de felsefeyi hikmetin kendisi değil hikmet sevgisi, hikmetin talep edilmesi ve sistemli şekilde araştırılması olarak anlamışlardır. İhvân-ı Safâ açıkça, felsefe adı verilen çabanın hikmetin araştırılması demek olduğunu yazmaktadır. İbn Miskeveyh de hikmeti onu araştıranlar için Allah’ın en büyük lutfu olarak değerlendirmekte, hikmeti araştıran kimselerin aydınlanıp arınacağını, hikmete ulaşıp bu bilgiyle kurtuluşa erenlerin ruhunda hikmet tohumları yeşereceğini ve bundan daha değerli bir şeyin düşünülemeyeceğini belirtmektedir Felsefenin hikmet sevgisi, hikmeti talep yahut tercih şeklinde kavrandığı ve mutlak hikmetle yalnızca Tanrı’nın nitelendirildiği yolundaki Pisagoryen yaklaşım, isimlerinden biri hakîm olan Allah’a inanan müslümanlar için de mâkuldü ve bundan dolayı Eflâtun’un “phila-sophia”yı “Tanrı’ya benzemek” şeklinde tanımlamış olması müslümanlar için aynı anlam çerçevesine yerleşiyordu. Buna göre filozof hikmet peşindeyken Tanrı’nın hakîm oluşu sebebiyle beşerî kapasitenin elverdiğince ilâhî bir niteliğe özenmiş olmaktadır. Fârâbî, Allah’ın hem âlim hem hakîm olduğunu belirtirken hikmeti “en üstün ilimle en yüce şeyleri akletmek” şeklinde tanımlamakta, aynı tanımı başka bir eserinde nazarî felsefe anlamında hikmet için de yapmakta, konusu beşerî davranışlar olduğu için amelî hikmete ancak mecazen hikmet denilebileceğini belirtmektedir. Fârâbî’nin bu tanımını daha sonra İbn Sînâ felsefî bir disiplin olarak metafizik hakkında tekrarlayacaktır. Metafizik anlamındaki hikmetin ilkeleri yakīnî önermeler, metodu bir şeyi her yönden teemmül, amacı ise insanın ulaşabileceği nihaî bilgiyle nihaî sebepleri kavramaktır. Böylece Fârâbî, yöntemi ve amacı bakımından hikmeti cedel ve safsatadan ayırdığını düşünmektedir. Metafizik anlamındaki hikmet ilimlerin en önde geleni, en mükemmelidir. Fakat filozof başka bir eserinde tabii ilimleri de hikmetin kapsamı içine alır. Fârâbî’ye göre hikmet bilgisi insana gerçek mutluluğun ne olduğunu, amelî hikmet de bu mutluluğu elde etmenin yollarını bildirir. Nitekim ruhun var oluş amacı kendisini nihaî mutluluğa ulaştıracak olan hikmet ve fazilettir. Fârâbî hakîmin öncelikle filozof olduğunu söyler. Nitekim Eflâtun ile Aristo’yu uzlaştırmak için yazdığı esere el-Cem beyne re’yeyi’l-hakîmeynadını vermiştir. Ebû Zeyd el-Belhî ve Âmirî ile Kindî okulunun belli bir iz bırakmasının ardından Horasan felsefe muhitinin yetiştirdiği en büyük sima olan İbn Sînâ, hikmetin felsefî terminoloji içindeki yerini ve bir felsefî terim olarak tanımını açık bir şekilde belirlemiştir. Filozofa göre gerçek anlamda hikmet metafiziktir (el-felsefetü’l-ûlâ). Zira hikmetin daha önceki düşünürlerce ifade edilmiş olan “en üstün mâlumun en üstün bilgisi”, “en doğru ve en kesin bilgi”, “varlıkların ilk sebeplerinin bilgisi” şeklindeki üç tanımı ancak metafizikte karşılığını bulmuştur. Mutlak anlamda hikmet konusu, yöntemi ve kesinlik değeri bakımından bu üç tanımın gereklerini yerine getirebildiği için metafiziktir. Matematik, fizik, mantık, siyaset ve ahlâk gibi ilimler özellikle konu ve kapsamları bakımından mutlak anlamda hikmet sayılmaz; çünkü bunlar metafizikten farklı olarak cüz’î varlık alanlarını inceler. İbn Sînâ hikmeti şu şekilde tanımlamıştır: “Beşerî gücün elverdiği nisbette insanî nefsin kavramları tasavvur etmek, nazarî ve amelî doğruları tasdik etmek suretiyle kemale ermesidir”. İbn Sînâ’nın ünlü yorumcularından Fahreddin er-Râzî filozofun Uyûnü’l-hikme adlı eserine yazdığı şerhte bu tanımla ilgili bazı açıklamalarda bulunmaktadır. Râzî’ye göre insanın ulaşabileceği kemal nefsânî, bedenî ve ruhî olmak üzere üç türlüdür. Hikmet nefsânî kemalle ilgilidir. İnsanî nefsin ise bilen ve yapan olarak iki temel gücü vardır. İlkinin görevi doğruyu bilmek, ötekinin görevi bedeni doğru davranışlar istikametinde yönlendirmektir. Bilme gücü ölümden sonra da devam edeceğinden yapma gücünden daha üstündür. Bu gücün kemali tasavvur ve tasdik olmak üzere iki aklî fiilde kendini gösterir. Tasavvur mahiyetlerin eksiksiz tanımına ulaşmak, tasdik de varlık hakkında dış dünyadaki gerçekliğe uygun çıkarımlarda bulunmaktır. Yapma gücünün kemali ise bedenin ifrat ve tefrite sapmasını engelleyecek şekilde itidalli davranışlar üzerinde olmasını sağlamaktır. Tanıma bu iki güç açısından bakan Râzî, İbn Sînâ’nın kemal fikrini yalnızca teorik akıl yönünden düşündüğünü, bu fikri, erdemli fiiller için kusursuz bir meleke kazanmayla ilişkili olarak ele almadığını belirtmektedir. Ancak İbn Sînâ’nın diğer bir risâlesinde yer alan hikmet tanımı, varlık hakkında nazarî bilgi edinmenin yanı sıra kazanılması gereken fiilleri edinmeyi de kapsamakta, ayrıca kemale erecek nefsin âhirette en büyük saadete ulaşacağı vurgulanmaktadır. İbn Miskeveyh’e göre kâinatın her alanına sirayet etmiş olan bir hikmet vardır ve bu hikmet Allah’tan neşet etmektedir. Gerek hakiki filozoflar gerekse peygamberler varlığa sirayet eden bu hikmeti öğretmişlerdir. Şu halde var oluşun hikmeti hakkında bilgilenmek, insanın kâinattaki yeri ve dolayısıyla görevi hakkında aydınlatıcı olacağından hikmet bilgisi erdemli bir hayata ve saadetin kazanılmasına da katkıda bulunur. İbn Miskeveyh’in, ahlâkî hikemiyat literatürü çerçevesinde kaleme aldığı el-Hikmetü’l-hâlide’sinin adı bile hikmetin evrenselliği ve sürekliliği fikrini vurgulamaktadır.
Görüldüğü üzere bazı İslam düşünürlerinin “evrensel hakikatin ifadesi sayılan hikmet, peygamberler kanalıyla insanlara verilmiştir. Öyleyse hakikat tektir, çifte hakikatten söz etmek anlamsızdır” diye iddia ettiklerini dikkat çekmektedir. Onlara göre aslolan vahiy kanalıyla gelen hikmettir. Bu bilgi Hz. Âdem’den oğlu Şit’e ve diğer peygamberler kanalıyla tufandan sonra Mısır’da yaşamış olan İdris peygambere kadar gelmiştir. Yahudilerce Hanuh, kadim kültürlerde Hermes adıyla tanınan Hz. İdris’in birçok ilmin kurucusu ve gezgin bir filozof olduğu iddia edilir. Öte yandan Filistin’de yaşamış olan Lokman Hekim’den ders aldığı rivayet edilen Empedokles ve Hz. Süleyman’ın öğrencilerinden Mısır’da ders gördüğü iddia edilen Pythagoras Yunanistan’a döndüklerinde felsefeyi ve diğer bazı bilimleri kurmuşlardır. Dolayısıyla Batı bilim ve felsefesinin temelini Doğu hikmetinin oluşturduğu iddiası, Hellenistik dönemin sonlarında ortaya atılmış İskenderiye menşe’li bir tezdir. Bazı İslam düşünce tarihçilerinin de ilgisini çeken bu görüşte doğruluk payı bulunduğu kabul edilse bile vahiy anlamındaki hikmet ile aklın ürünü olan felsefeyi bir ve aynı saymanın veya ortak bir paydada değerlendirmenin ne din ne de felsefe açısından bir yararı vardır. Tek hakikat fikri din açısından doğrudur ve öyledir. Ancak felsefe, dinin ortaya koyduğu kutsal hakikat gibi bir iddia peşinde değildir. Eğer dini dışlayarak onun yerine geçme hevesinde olan bir düşünce varsa zaten o felsefe olarak kabul edilemez. Şu hususu da gözardı etmemek gerekir ki dindeki tek hakikat fikri, dinin kendi kutsal ve metafizik alanını belirleyen bir anlayış olup bilimsel veya felsefî hakikatin varlığını tanımama anlamına gelmez.
Bütün bunlarla birlikte çağdaş bazı Doğu ve Batılı düşünce tarihçileri, çağlar ve kültürler üstü, kutsal, ezeli ve sürekli bir hikmetin veya bilgeliğin devam etmekte olduğunu savunurlar. Ancak Rönesansla birlikte sarsıntı geçiren ve XIX. yüzyılda pozitivist ve materyalist felsefe akımlarının etkisiyle insanlığın gündeminden çekilmiş gibi gözüken bu evrensel hikmet yine de derinden derine insanın düşünce ve ruh dünyasını etkileyerek varlığını sürdürdüğü iddia edilir.
Hikmet kavramını tartışırken düşünce ve kültür tarihinde önemli bir yer tutan hikemiyyât kavramından da söz etmek gerekir. Şöyle ki: Bilindiği gibi düşünce ve kültürün halk kitleleri arasında yayılması için çeşitli yöntemlere başvurulmuştur. Ne var ki, soyut kavramlar üzerine kurulan felsefî düşüncenin son derece girift olan problemlerini halkın anlayacağı bir düzeye indirmek herkesin başarabileceği bir iş değildir. Bunun için kimi yazarlar analoji ve metafor yaparak birtakım karmaşık düşünceleri basite indirgemek istemişler, kimi yazarlar da insan zihninin ürünü olan bazı yüksek fikirleri vulgarize hale getirerek halka sunmaya çalışmışlardır. Böylece halkın beğenisini kazanan bu vulgarize fikirler bir de edebi üslûba bürününce ölümsüzleşerek insanlığın ortak malı olmuşlardır. Sloganvari, bu çarpıcı özdeyişlere hikemiyyât (hikmetli söz) denildiği gibi vecize de denilmektedir. Buradan kalkarak hikmetli sözün tarifine ulaşabiliriz: “Hikmetli söz, bir neslin yüksek duygu, düşünce ve hayat tecrübelerini sonraki nesillere aktarmak için vecizeler halinde ifade edilen vulgarize fikirlerdir.” Antik çağdan itibaren felsefe ve kültür tarihi niteliğindeki eserlerin genel karakteri, bir filozofun hayatından söz ettikten sonra onun felsefi sistemini bütün boyutlarıyla anlatmak yerine, o fikirleri vulgarize ederek vecizeler halinde sunmaktır. Helenistik dönemde olduğu gibi, İslamî dönemde de bu böyledir. Ayrıca bu vecizeleri toplayan birçok hikmet mecmualarının kaleme alındığı ve böylece zengin bir literatür oluşturulduğu bilinmektedir. Düşünce ve ruhu okşayan ve insanlığın beğenisini kazanan bu çarpıcı ifadelerin, felsefeden çok sanat ve edebiyatın alanına girdiğini hatırlatmamız gerekir.
Burada önemli bir gerçeğe daha işaret etmek durumundayız. Çeşitli milletlerin kültür ve edebiyat ürünleri içinde çarpıcı ve yoğunlaştırılmış düşünce kırıntılarını satırları arasına serpiştiren eserlere de felsefe gözüyle bakılamaz. Mesela, derin Hint düşüncesinin ürünü olan Kelile ve Dimne, İranlıların Hümayünname’si, Şeyh Sadi’nin Gülistan ve Bostan’ı, Mevlana’nın Mesnevi’si, Aşık Paşa’nın Garipname’si, Dante’nin İlahi Komedya’sı, Goethe’nin Faust’u ve başkaları felsefi birer eser değildir. Her şeyden önce felsefede temellendirilmiş bilgi üzerine kurulu bir sistem aranır. Oysa söz konusu bu eserler felsefi sistemden yoksundur.
Hikemiyât literatürünün zihninizde daha iyi canlanması için Kindî’nin hikemiyâtından bazı örneklere yer vereceğiz.
  • İlk sebebin bizimle olan ilişkisi üzerimizdeki feyzi iledir. Bizim onunla ilişkimiz ancak feyzle olduğuna göre, onun hakkındaki düşüncemiz, feyzi alanın onu göndereni tasavvuru kadar olabilir. O halde onun bizi kuşatması, bizim onu tasavvurumuzla kıyaslanmamalıdır. Çünkü o bizi daha güçlü, daha geniş ve daha engin bir şekilde kuşatıp kapsar. Durum böyle olduğuna göre ilk sebebi cüz’îleri bilmez sananlar gerçeğin çok uzağında kalmışlardır!
  • O der ki: En güzel söz anlamı açısından akla uygun, ifade bakımından doğal olandır. Böyle bir söz hem doğru hedefi hem de tatlı söyleyişi birlikte ifade etmiş olur.
  • Hikmet kitaplarını dikkatlice okumak düşünen zihinler için bayram sayılır.
  • Eflâtun insandaki şehvet gücünü domuza, öfke gücünü köpeğe ve akıl gücünü meleğe benzetir ve der ki: Şehvet gücü kendisine üstün gelen kimse domuz; öfke gücü üstün gelen köpek; akıl gücü üstün gelen ise melektir. O kişi melek düzeyinde olunca Allah’a yakın benzerlikte biri olmuş olur. Çünkü bizim Yaratıcı’ya isnad ettiğimiz nitelikler hikmet, kudret, adâlet, güzellik, cömertlik, lütuf, ihsan ve ikrâmdır.
  • O der ki: Bu erdemler karakter ve huy haline gelmedikçe insan erdemli olamaz. Bu cümleden, insanların geleceği, dünyada sahip olunan bu erdemlerin, âhirette azık ve hazırlık olmak üzere edinilmesine bağlı olduğu anlaşılmıştır. O der ki: şu üçlemeden dolayı ruh göçünü benimseyenlerden bazıları, mâlike, sâlike ve hâlike olmak üzere üç çeşit nefsin bulunduğunu söylemişlerdir. Mâlike, kurtuluşa eren, sâlike umudu ve beklentisi olandır; hâlikenin [helâk olan] ise sözünü etmeye bile değmez.
  • Eflâtun’a gelince o da bu anlamda demiştir ki: “Eski filozofların dediği gibi soyutlandıkları zaman aklî nefislerin yeri feleğin ötesinde, Yaratıcı’nın nurunun bulunduğu tanrılık âlemindedir. Ne var ki her nefis bedenden ayrıldığı an o yere intikâl edemez; çünkü bedenden ayrılan bazı nefislerde hâlâ kir ve pis şeyler vardır. Bazıları ise ay feleğine ulaşır; temizlenip arımncaya kadar bir müddet orada kalır; sonra Merkür (Utarit) feleğine yükselir, temizlenip arınıncaya kadar bir müddet de orada kalır; sonra daha yüksek bir yıldızın feleğine çıkar, her felekte bir süre kalır. En yüksek feleğe çıkarak tamamen temizlenir, duyu ve hayalden gelen kir ve pisliklerden arınırsa, işte o zaman felekleri aşarak akıl âlemine yükselir; böylece en yüce ve en şerefli yere kavuşmuş olur. Yaratıcı’nın nuru ile uyuşarak az ve çok varlığa ait her şeyi bilir, hiçbir şey ona gizli kalmaz. Âdeta insanın kendi parmağını bilmesi gibi bütün varlık ona apaçık görünür. Yaratıcı da âlemin idaresine ait şeyleri ona havale eder; nefis de onları yapmak ve yönetmekten zevk alır.”
  • Bir kimse isteyerek kendi eliyle organlarının en değersizine bile zarar verecek olsa, o akıldan yoksun biri olarak kınanır. Peki, ya organlarının en değerlisine zarar verene ne demeli; ki o organ duyu güçlerinin ve bedenin bütün fiillerinin kaynağı olan beyindir. Çünkü canlı, duyarlı ve iradeli hareket eden diye tarif edilir. Bedene duyu beyinden yayılır. Bunun gibi nefsin bütün güçleri de irade ve düşüncenin kaynağı olan düşünme gücünden kaynaklanır.  

Bölüm Özeti

Bu bölümde, İslâmî literatürde önemli bir yere sahip olan hikmet ve hakîm kavramlarının muhtevalarını, bunların felsefe ve filozof kavramlarıyla ilişkisini ve “hikmetli söz” anlamına gelen hikemiyât literatürünün özelliklerini öğrendik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Dönemi

Üniteler 1. Platon Ve İdealar Öğretisi 2. Platon’da Ahlak Giriş 2.1. İdea Nedir, Ne İşe Yarar? 2.2. Ruh (psykhe) Nedir? 2.3. En...