26 Şubat 2018 Pazartesi

Bahar Dönemi

Üniteler
1. Platon Ve İdealar Öğretisi
2. Platon’da Ahlak
Giriş
2.1. İdea Nedir, Ne İşe Yarar?
2.2. Ruh (psykhe) Nedir?
2.3. En Üstün İyi
2.4. Ruh-Ahlak İlişkisi
2.5. Ruh-Beden İlişkisi
2.6. Unutma Ve Hatırlama
Bölüm Özeti
Ünite Soruları
Sunum
Ders Anlatımı
3. Devletin Başında Bir Felsefeci Olmalı
4. Bir Öğrenme Aracı Olarak Mitoslar
5. Aristoteles: Felsefeyi Yürüyerek Anlatan Filozof
6. Aristoteles’te Doğa Araştırmaları
7. Aristoteles’te Retorik
8. Aristoteles’te Şiir, Ahlak Ve Politika
9. Epikuros Ve Lucretius
10. Stoa Ahlakı Ve Stoacı Bir İmparator
11. Cicero Vehumanitas
12. Plotinos Ve “bir” Olan
13. Boethius Ve Tanrıça Felsefe
14. Augustinus Ve İtiraflar
2. PLATON’DA AHLAK
Giriş
Bu bölümde Platon’un felsefesinin ana öğretisi olan ahlak anlayışı üzerinde durulacaktır. Bu öğretiyi iyi anlamak için de öncelikle ilk bölümde üzerinde durulan idea öğretisi daha ayrıntılı olarak irdelenecek ve idea kavramının özü anlaşıldıktan sonra ruh ve ruhun kısımları incelenecektir. Buradan hareketle ruhun ahlaki yaşayıştaki yetkinliği gösterilmeye çalışılacak, ayrıca Platon’un bilgi anlayışında önemli yeri olan anamnesis (anımsama) ve lethe (unutma) kavramları üzerinde durularak bu kavramların Yunan dinsel ve kültürel yaşamında üstlendikleri temel roller aydınlatılacaktır. Bu çerçevede Platon’un hakikat (aletheia) kavramına bakışı ortaya konacaktır.
2.1. İdea Nedir, Ne İşe Yarar?
Platon’un idealarını anlamak, felsefe öğretisinin temeli olan ahlak anlayışına ve ilgili diğer konulardaki (insan, ruh, iyi, erdem; hatta din, dindarlık; devlet, devlet adamı, devlet yönetimi, eğitim ve öğretim gibi)görüşlerine hâkim olmak demektir. Bu nedenle yukarıda ana hatlarıyla tanımaya başladığımız ideaları, hem dilsel hem de düşünsel anlamda artık daha derin bir bakış açısıyla irdelemek zorundayız.

Resim 5: Platon
Platon için idea (ἰδέα), daha önce de kısaca bahsettiğimiz gibi, Yunanca idein (ἰδεῖν) fiilinden türemiştir ve “görülen şey” demektir. Platon bazen idea yerine eidos (εἶδος: görülen şey, biçim, şekil) kelimesini de kullanır. İdea bu anlamıyla “imge, görünüş, biçim” anlamına gelir. Aristoteles idea kelimesini morphe(μορφή: biçim) kelimesiyle karşılar, bazen de “cins, tür, sınıf” anlamlarında kullanır ki, zaten Platon’un da kimi zaman idea yerine kullandığı eidos kelimesi, mantıkta “sınıflama (yapma) ilkesi” anlamına gelir. Latincede bütün bu anlamları karşılayan species kelimesi de, spicio (bakmak, görmek) fiilinden türemiştir ve Yunancadaki eidos ve idea gibi “görmeyle” bağlantılıdır. Latince species kelimesi ayrıca “güzel olan, güzellik” anlamına da gelir. Bu anlam species kelimesini yine “güzel” anlamına gelen Latince formosus sıfatından türeyen forma (biçim, figür, şekil, uygun ve güzel görünen biçim) kelimesiyle eş anlamlı kılar.
İşte Platon’un ideasında bu etimolojik içeriklerin hepsi mevcuttur ve felsefesinde derinleştikçe Platon’un ideasında bu anlamların hepsinin birbirinin içine örüldüğü anlaşılacaktır. O hâlde sağlam adımlarla ilerlemek için, ideadan ilk çıkaracağımız anlamla hareket edelim. Platon’un ideası, en genel anlamıyla, “baktığımda ya da gördüğümde bana görünen biçim” demektir; yani “ben bir şey gördüğümde, o gördüğüm şey bir ideadır.” Örneğin ben bir adam gördüğümde onu kendisi olarak, yani onu bir insan olarak görürüm. Çünkü benim zihnimde, baktığımda gördüğüm şekle karşılık gelen bir insan ideası vardır ve ben onu gördüğümde bu ideadan pay almış olarak görürüm. Aynı şekilde beyaz bir kâğıt parçası gördüğümde, bana bu kâğıt parçasını beyaz görmemi sağlayan, zihnimdeki beyazlık ideasıdır. Yazılı bir kelimeye baktığımda onu hemen görmemin (anlamamın) sebebi onun bende bir ideası (fikri) olmasıdır. Eğer bu kelime yabancı dildeki bir kelimeyse ve benim bu yabancı dile hiç aşinalığım yoksa, onu hiçbir şekilde bilemem. Sadece birtakım harfler görürüm, çünkü bende ancak bu tek tek harflerin bir ideası vardır. Ama söz konusu durumda bu hafler benim tanımadığım bir dizilişte olduğundan, kelimeleri tam manasıyla görmem, yani anlamam. Benzer şekilde okumayı bilmediği gibi ne okuduğunu da bilmeyen bir insan, kitabı anlamaz ya da görmez, çünkü onda böyle bir şeyin ideası yoktur. Öyleyse idea, bilginin temelidir ve şeyleri olduğu gibi (ne ise öyle) gösteren şeydir.
Parmenides’ten beri felsefede aranan hakiki varlık, şeylerde içkin değildir, onların dışındadır, yani idealardadır. Bu yüzden bunlar şeylerin hakiki varlığını içeren metafizik varolanlardır.1  Bunlar kelimenin tam anlamıyla vardır, yani Platon’un deyimiyle “varolan olarak varolan”dır (ontos on). İdealar, varlığı varlık yapan bütün yüklemlere önceden sahiptirler, bu yüzden bir’dir, değişmez olandır, ezeli ve ebedidir; yok olanla hiçbir şekilde karışmamıştır; harekete ve dolayısıyla yok olmaya bağımlı değildir. Yani zamana bağlı değildir, ne olmuştur, ne olacaktır ne de yok olacaktır. O, hep vardır, olandır, olacak olandır; mutlak olarak, kayıtsız şartsız vardır. Şeylerin varlığıysa ikinci derecede, zamana bağımlı ve noksan olduğundan, ideaların varlığı üzerine kurulmuş ve idealarından pay almış olarak vardır. İşte Platon bu yüzden gerçekliği iki dünya olarak ayırmıştır. Şöyle ki, duyularla algılanan şeylerin dünyası ile doğru ve dopdolu (tam, kusursuz, yetkin) varlık olan ideaların dünyası.
O hâlde ideaların varlığı, aşağıdakileri bilmek için şarttır: 

Şeyleri olduğu gibi (ne ise öyle) bilmek için.
Varolan ve var olmayan (yani gerçek anlamda varolamayan) bu şeylerin olabileceğini bilmek için.
Şeylerin olmasının ve olmayı durdurmasının (varlığın ezeli özelliğine ya da yüklemine aykırı düşmeden ya da çelişmeden şeyler nasıl oluyor, yani nasıl harekete geçiyor ve nasıl değişiyorlar sorunu) nasıl mümkün olduğunu anlamak için.
Varlığın tekliğinin (biricikliğinin) şeylerin çokluğuyla biraradalığının (uyumunun) nasıl mümkün olduğunu anlamak için.4
2.2. Ruh (Psykhe) Nedir?
Platon şeylerin varlığını araştırmaya başlayınca, ilkin paradoksal bir durumla karşı karşıya kalır; yani bu şeylerin gerçek varlıklarının olmadığını ve bu yüzden varlığın esasının keşfinde bu şeylerin kendisine yardımcı olamayacağını anlar. Bu durumda nasıl bir yol izlemeli ve varlığı bulmak için nereye bakmalıdır? Gerçek varlık (doğru ya da hakiki oluş) idealarda bulunmaktadır, ama idealar benim bilincime ancak dolaylı yollardan gelmektedir; bunlar dünyada yoktur. Yine de ben bir şekilde onları bilirim, onlar benim içimdedir ve dolayısıyla bana şeyleri bilme izni verirler. Bu nasıl mümkün olabilir?3  Platon bu soruya bir mitos yaratarak yanıt bulmaya çalışır. Phaidros adlı diyaloğunda geçen bu mitos, idealar hakkında bilgi edinmemizi kolaylaştırdığı gibi, Platon’un ruh (psykhe) anlayışını ve insanın ilk kökenini de anlatır. Dahası Platonculuğun düşünsel yöntemini bir bütün olarak kavramamızı sağlar.
Bu mitosta ruh iki kanatlı atla çekilen bir arabaya benzetilir. Bu atlardan biri dizginlenebilen, iyi huylu bir attır, diğeri ise dizginlenemez, kötü huylu bir at (yani duygular ve içgüdüler)tır. Bu iki atı çeken arabacı (akıl) her iki ata da hâkim olmaya çalışır. Atlı araba kanatlarıyla göklerin üstündeki bir bölgede, her şeyi temaşa etmek üzere idealar âlemine yol almaktadır. Ama öyle bir an gelir ki, iki atın hızını dizginlemek mümkün olmaz ve araba devrilir, ruh da aşağı düşer. Atlar kanatlarını kaybeder ve ruh bir bedende biçimlenir. Ruh, ideaları bir anlığına bile görebilmişse, bu beden, insanın bedeni olabilir ancak, bir hayvanın bedeni değil. Buna uygun olarak, yani ruhun ideaları az çok temaşa edebilme imkânına göre, ruhlar arasında kendiliğinden bir hiyerarşi oluşur. Bu dokuz katmandan oluşan bir hiyerarşidir ve bu hiyerarşide filozoftan başlayarak teker teker aşağıya doğru inilir, ta ki bir tirana (zorba kral, yönetici) gelinceye değin.

Resim 6: Platon’un ruh anlayışını gösteren tasvir
Demek ki Platon için insan, ilkece gökten inen ve inmeden önce ideaları az ya da çok görmüş olan ruhun aşağıya düşüşünden ve bedenlenişinden ibarettir. Ne var ki insan ruhu bedenlendiği andan itibaren idealar âleminde gördüklerini unutur. Önceden sahip olduğu kanatları, bedenlendiği anda, işlevini yitirir. İnsan şeyleri görüp de ruhunun önceki varoluşunda temaşa ettiği ideaları hatırladıp kımıldamaya başlayana değin hantal bir çotuk olarak öylece kalakalır. Kımıldanma, Platon’da bilmeye başlama anıdır. Ona göre insan şeylerle bilmeye başlar ki, şeyler onun hafızasını uyarsın ya da zamanında görmüş olduğu ideaları ona tekrardan hatırlatsın (anamnesis). Bu nedenle bilgi, “dışımızdaki şeyleri görmek değildir, içimizde olanı hatırlamak”tır. Şeyler onları terk etmemiz ve düşüncelerimizi idealara yükseltmemiz için sadece birer uyarıcıdır (stimulus)2. Şeyler, manalı birer metafordur (mecazdır), ideaların birer gölgesidir. Gölgeler, şeylerin işaretleridir ve bizi şeylerin varlığından haberdar eder. Önceki kanatlarımızın bulunduğu sessiz, dilsiz kökü uyarırlar ve onu yeniden diriltmeye, kanatlandırmaya veya yeniden doğmaya teşvik ederler. Bir huzursuzluk hissettirirler önce, acı veren bir gıdıklanma; adeta uykudan uyandırmak, gördüğü rüyadan kaldırmak için atılan bir çimdik gibidir. Kanatlara, ağır şeyleri yukarıya, ta havaya, yani tanrıların mesken tuttuğu yerlere kadar kaldıracak kuvvet doğa tarafından bahşedilmiştir. Bu kuvvet Platon’daki eros’un (sevgi, sevginin gücü, derin sevgi, yani aşk) kendisidir; bu kuvvet, güzel şeylerin temaşasıyla başlayıp güzelin kendisi olan (güzellik) ideayı hatırlatarak sona eren ve böylece bizi idealar âlemine götüren sevginin ta kendisidir.2
O hâlde Platon’a göre insan, düşmüş bir varlık olsa da, ideaları görmüş olduğu için (şeylerin öz varlığını temaşa ettiği için) hakikatten pay alan, ayrıcalıklı ve seçkin bir varlıktır. İnsana dair bu düşünce, Platon için ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlayıcı en mükemmel önermedir. Daha önce konu ettiğimiz mağara benzetmesi hatırlanacak olursa ve mağaranın içindeyken dışına çıkan insanın durumu düşünülecek olursa, Platon’da insanın iki ayrı gerçekliği (duyulur dünya ve düşünülür dünya veya maddi dünya ve idealar dünyası) tek bir gerçekliğe indirgeyebilen tek (biricik) varlık olduğu anlaşılır; çünkü insan her iki dünyayı da gören tek varlıktır.3  Görülür dünya ile zihindeki dünya insanın iki kapasitesi (imkânı) olduğunun en önemli işaretidir. İlkin mağarada olan insan ile sonradan mağaranın dışına çıkıp ışıkta duran insan ilkece aynı insandır ve bu insan zihninde bu iki dünyayı birleştirebilecek imkâna sahiptir. Dünya başlangıçta çiftken insanın karanlıktan aydınlığa geçişiyle bütünleşir.4  Bu yüzden bu dünyada yok olma, gerçek varlıktan pay alındığı sürece, idea âleminde de yok olma anlamına gelmez.
2.3. En Üstün İyi
Platon için insan ruhunun hiyerarşisine benzer şekilde idealar âleminde de zihnimizde bir piramit olarak canlandırabileceğimiz bir yükseliş söz konusudur. Zaten bu tür bir hiyerarşi sayesinde insanın idealar âlemiyle iletişimi (bilgi alışverişi: koinonia) söz konusu olur. İşte idealar piramidinin en üstünde “İyi” (agathon) durur. Dolayısıyla iyi de bir ideadır; ama en yüksek ve en değerli ideadır. Bu ideaların ideasıdır, ya da bir benzetmeyle söyleyecek olursak, güneşin ideasıdır.5  İyi, ideaların ideası olmakla, bütün ideaları da idea yapandır; çünkü onlara idea özelliği veren iyi’nin kendisidir. Ayrıca ideaların hepsi varlık olduğuna göre, İyi ideası onlara sadece idea özelliği vermekle kalmaz, aynı zamanda onlara varlık da kazandırır. İşte bu iyi bütün idealarda olduğu için, madde dünyasındaki her şeyde de mevcuttur; bu iyi, şeyleri şey yapan ve onları bize yararlı kılandır. Biz bir şeye iyi dediğimizde, aslında onun tam olarak ne olduğunu dile getiririz. İyi bir bıçak, tam manasıyla bir bıçaktır; iyi bir devlet adamı tam manasıyla, yani dört dörtlük bir devlet adamıdır.6
İyi öğretisi, Platon’un teoloji öğretisidir aslında; öyle ki satırlarında “iyi” geçen diyalogları okuduğumuzda, buralardaki iyi’den çıkaracağımız bütün anlamlar iyi’nin, Tanrı (theos) olduğunu bize gösterir. Yeni-Platoncular ve Augustinus da Platon’un iyi’sini Tanrı olarak yorumlamıştır. Aynı zamanda Platon’un İiyi’si, en üstün cinstir (genus). Diğer bütün şeyler onun türleri olarak altında yer alır. Bu hiyerarşik bir bölünmedir. Plato’nun iyi ideasının tanrısal olmasının yanı sıra dünyanın mimarı (demiourgos: δημιουργός) olduğunu da belirtmek gerekir. Demiourgos ezeli ve ebedi bir amaç doğrultusunda, ideaları (paradeigmata: ilk örnekler) kendine örnek alarak maddeye (hyle) şekil verip evreni (kosmos) oluşturmuştur. Ona bir düzen bahşetmiş, tek tek her şeyi yerli yerine oturtmuştur; özellikle de iyi/güzel ideasını kendine örnek almıştır ve böylece olabilecek en iyi evreni oluşturmuştur. Ama şu unutulmamalıdır: Platon’da Demiourgos bir yaratıcı değildir, sadece bir mimardır ya da baba’dır; çünkü o varolan hamuru (maddeyi) yoğurmuş ve ona biçim vermiştir.6
Platon’a göre insan, idealar ile şeyler arasındaki orta yolda durur. Şöyle ki, bir yanıyla gökten düşmüştür ve bedenlenmiştir, dolayısıyla duyular dünyasına bağımlıdır, değişebilir ve yok olabilir; öte yandan da ideaları görmüştür ve onlarla özel bir iletişimi ya da bağı vardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu bağ onu ölümsüz kılar. Ruhun ölümsüzlüğünün Pythagoras ve taraftarlarının felsefesinde önemli bir yer tuttuğu hatırlanacak olursa, Platon’un da bu konuda onların görüşlerinden fazlasıyla etkilenmiş olduğu anlaşılır.
Platon’a göre ruh, üç bölüme ayrılır:7

İştahla ilgili maddi bölüm: Bedenin ihtiyaçlarına bağlı olan bölüm; bedensel arzuların, tutkuların doğrultusundaki bölüm. Tek işi, sevmek, acıkmak ve susamaktır; doymak bilmez ve sürekli haz almak ister. Midede yer alır.

Heyecanlarla ilgili bölüm: Dürtüler, heyecanlar ve duygulara bağlı olan bölüm. Yürekte yer alan bu bölüm, ruhun her tür heyecanlarla kıpır kıpır olduğu bölümdür, kâh kızar, kâh sevinir, kâh coşar, vb.

Akılla ilgili bölüm: İdeaların ve aklın buyruklarına göre davranan iradenin bilgisine ermemizi sağlayan bölüm. Ruhun tanrısal bölümüdür. İnsanın akılla kavradığı her şeyle bağlantılıdır. Kafada bulunur. Asıl amacı ruha heyecanlarına gem vurmasını bildirmek ve onu yeniden idealara kavuşturmaktır.8
2.4. Ruh-Ahlak İlişkisi
Platon’un ahlak öğretisi de (etik) işte bu üç bölümden ibaret ruhla birebir ilintilidir. Çünkü ruhun her üç bölümü ya da her bir yanı bir şekilde idare edilmek zorundadır ve mükemmel işlemesini mümkün kılacak bir niteliğe, yani erdeme veya kuvvete ihtiyacı vardır. (Buna ruhsal yetkinlik de diyebiliriz; Lat. virtus; Yun. arete).
Ruhun iştahlarla ilgili bölümünün; yani ruhun tutku, istek ve arzularla dolu yanının (eros; epithymia) ölçülülüğe (sophrosyne) ihtiyacı vardır.
Heyecanlarla ilgili canlı, kıpır kıpır bölümü (thymos) cesaret ya da yiğitliğe (andreia) ihtiyaç duyar.
Akli yan ise ruhun tanrısal bölümü veya ruhun ölümsüz bölümüdür (logos; nous) ve bilgelik ve sağduyu ile (phronesis) donanımlı olmak durumundadır.
Ama Platon’da dördüncü bir erdem ya da kuvvet daha vardır ki, o da adalettir (dikaiosyne); çünkü ruhu oluşturan bölümler bir birliğin öğeleridir, dolayısıyla birbirleriyle bağlantı içindedir. Bu bölümler arasında kurulabilecek adil bir ilişki, ruhun en önemli erdemidir. Bu dört kuvvet, sonradan Hıristiyan öğretisine sağduyu, adalet, cesaret (yiğitlik) ve ölçülülük olarak miras kalacaktır.1
Platon’un ahlakı en yüksek iyiye ulaşma çabası üzerine şekillenmiştir. Çünkü en yüksek iyi mutluluğun (eudaimonia) kendisidir ve insanın tüm yaşam çabası mutlu olmaya yöneliktir. İnsanın mutlu olmasının anlamı, zihinsel istek ve eğilimlerinin tam olarak karşılanması, yani zihinsel doygunluğudur. Aslında bu anlamdaki bir doygunluk tüm Yunan ahlak anlayışının özüdür. Platon da bu gelenek içinde yetişmiş bir filozof olarak her şeyden önce insanı en yüce iyiye götürecek olan, yani insanın ruhunu doygunluğa ulaştırıp ona mutluluğu tattıracak olan yolları araştırmıştır. Tıpkı Sokrates gibi o da insanın tüm davranışlarını bu mutlu sona ulaşmayı hedefleyecek şekilde ayarlamak gerektiğinin üzerinde durmuştur. Ona göre “mutluluk,” yani “iyi olma hâli” herkesin isteyeceği bir şeydir; bu anlamda insanın yaşamdaki en anlamlı çabasıdır. Ama bu çabalamada en önemli konu, iyinin nerede bulunacağını görmektir.
Platon için iyinin, idealar dünyasının en üst katmanında yer aldığını belirttik. O zaman bu en üst katmana ulaşmak için her şeyden önce insanın kendi içine çekilmesi, ruhuna bakması ve daha önce temaşa ettiği iyiyi orada görüp tanıması gerekir. Bu tefekkürün (meditatio) ta kendisidir. Böyle bir tefekkürse ancak madde âleminden kopmakla mümkün olabilir. Öte yandan insanı bu çabaya teşvik edici olansa maddi âlemde, yani duyular âleminde gördüğü güzelliklerdir. Çünkü insan bu güzellikleri görmeli ki ruhu onların ardındaki güzellik kavramına (kalon) ulaşmak için kıpırdanmaya başlayabilsin. O hâlde Platon için en yüksek iyiye ulaşmada madde âleminden ayrılmak ne kadar önemliyse, bu âlemdeki güzellikleri seyretmiş olmak da o kadar önemlidir. Ne var ki maddi âlemde, idealar dünyasında olmayan eksiklikler ya da kötülükler de mevcuttur. Kötülük, iyi’nin karşıtı olarak salt madde âleminde her zaman bulunan bir durumdur ve insan istese de istemese de madde âleminde hüküm süren kötülüğü tümüyle ortadan kaldıramaz. Oysa idealar âleminde kötülüğün bir ideası yoktur, çünkü o âlemde eksiklik diye bir şey söz konusu değildir. Öyleyse insan elinden geldiğince erdemini (arete) ve sağduyusunu (phronesis) devreye sokarak yaşadığı dünyada iyiyi kötüden ayırt etmesini bilmeli ve her türlü kötülükten uzak durmayı başarmalıdır.
2.5. Ruh-Beden İlişkisi
Platon için beden ruhun hapishanesidir. Ruh beden içindeyken tutsaktır, zincirlerle bağlıdır, kanatları yoktur. Buna rağmen akli yanını kullanıp bedenin içindeki karanlığı görme ve o karanlıktan kurtulmak için çaba harcama imkânına sahiptir. İnsan, kanatlarını eskisi gibi çırpa çırpa idealar âlemine düşünsel bir yolculuğa çıkabilme imkânına sahiptir. Bu anlamda Platon’un bütün ahlak öğretisi aslında “insanın içe bakış denemesi veya ilk hâlini hatırlama denemesidir.” Burada şunu da gözden kaçırmamak gerekir: Ruh bedeni kötü bulduğu için ondan kaçsa da, asıl kötülük ruhun kendisindedir, ruhun bedenlenmesindedir, yani ruhtadır; öyleyse ruh kendi işlediği kötülükle yine kendisi mücadele etmek durumundadır. Ayrıca kötülüğü işlediğinde bunun cezasını çekecek olan da yine kendisidir. Ruhun bedenlenme anında başlayan ve yavaş yavaş serpilip boy atan eksiklikler, kötülükler zamanla onu maddi âleme iyice bağlamış ve gitgide aşağılara doğru çekmiştir. Bedenin isteklerine boyun eğdikçe ruhun işlediği bu kötülük daha da hararetlenmiştir. Bu yüzden yapılacak ilk iş, sağduyu ya da aklı her zaman işler durumda tutup bedensiz, yani salt zihinsel bir yaşama kavuşmanın yollarını aramaktır. Bu da ancak felsefeyle mümkün olur. Şu da var ki, Platon’da iki dünya, iki gerçeklik söz konusu olduğundan, insanın beden kısmı da tümden değersiz değildir; çünkü ruhun akli kısmını işletip doğruyu, iyiyi, güzeli görmesini ona ancak beden sağlayabilir. Bu diyalektik bir süreçtir. Bu yüzden Platon bu noktada sevgi öğretisini geliştirip bu hisle ruha madde âleminde neleri istemesi ve nelerden kaçınması gerektiğini anlayabileceğini göstermek istemiştir. Bu bağlamda özellikle Symposion ve Phaidros adlı diyaloglarında sevgiyi (eros) bilgiye erme yollarından biri olarak sunmuştur. Bu yol insanı idealara sıkı sıkıya bağlayan bir gönül yoludur. Sevginin verdiği güç ya da ışık olmasa, ruhun idealara kavuşma gibi bir isteği de olmaz. Platon’a göre iyi ya da güzellik ideası maddi âleme bütün parlaklığıyla yansır ve ruhu cezbedip kendisine doğru çeker. “Bu dünyanın güzelliklerini görerek başlayacaksın işe,” der Platon, “çünkü ancak bu şekilde kademe kademe Güzel’e (kalon) ulaşabileceksin. Güzel bir objeden iki güzel objeye, iki güzel objeden üçüncüsüne geçe geçe, ardından bu güzelliklerden güzel işlere, sonra güzel bilgilere ve en sonunda da biricik bilgiye varacaksın. Bu biricik bilginin anlamı ise mutlak güzellikten başka bir şey değil.”2
Platon’da, en yüksek iyi, güzellik ve bilgi, haz, ölçü, doğrulukla harmanlanmıştır. Bu yüzden ruhun bu değerleri tek tek maddi âlemde, yani şeylerde görmesi, ayırt etmesi, sonra da onları kendinde birleştirip bütünlemesi gerekir. Platon haz ve hoşnutluğu kabul etmekle (en iyiye götürecek bir duygu durumu olarak) bunların karşıtı olan keder, hoşnutsuzluk ve acıyı da kabulleniyor demektir. Bunun anlamı şudur: Platon’un ahlak öğretisi, Stoacı ahlakta olduğu gibi mutlaka acıdan uzak durulmalı demiyor insana, yani insanın her an apatheia(dış etkilere tamamen kendini kapama; duygulardan bağımsızlık) durumunda yaşamasını öğütlemiyor. Aksine madde âleminde acı, keder vb gibi kendini huzursuz edecek bütün hisleri tatmalı ki, gönlündeki idealara kavuşma özlemi de bir o kadar artsın; yeter ki bu tür karşıt duyguları o gönülde bilgece harmanlamayı bilebilsin.
Platon’a göre ruhun sağlıklı, yetkin ve düzenli oluşu onu erdemli kılan niteliklerdir. Erdem (arete), ruhun yetkinliğidir. Bir insan erdemli oldukça (ruhu yetkinlik kazandıkça, yani bilgilendikçe) iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, tam olanı eksik olandan ayırt etmesini de öğrenir. O hâlde insanı en üstün iyiye ve dolayısıyla mutluluğa ancak kendi ruhunun yetkinliği ulaştırabilir. Ruhun yetkinliği için de her şeyden önce iç düzenine veya uyumlu olmasına (harmonia) özen göstermesi gerekir. Zaten ruhun iyi olması uyumlu olması, kötü olması da uyumsuz olmasıdır. Ruhun dengesinin yitirilmesi, uyumsuz olmasına davetiye çıkarır. Bu dengeyi kuracak olan da akıldır. Akıl ruha hâkim olduktan sonra ruh yalnızca kendi iradesiyle hareket eder, başkalarının iradesine göre değil. Kendi iradesi de aklının ona buyurduklarından başka bir şey değildir. Aklın buyruklarına uymaksa, bedenin kışkırtıcılığına yanıt vermemek; tutkulara, aşırı heyecanlara kapılıp gitmemektir.
2.6. Unutma ve Hatırlama
Platon’a göre Sokrates’te olduğu gibi, erdem bilgidir. Bu bilgi doğuştan insana verilmiş bir armağan olmakla birlikte doğru bir çabayla da kazanılabilir. Ama aslında bu bize göre bir ve aynı şeydir. Çünkü doğuştan ruha verilen armağanlar, Platon’un iki dünya gerçekliği temel alınılarak düşünüldüğünde, madde âlemine düşen bir ruhun unuttuğu armağanlarsa, bunlar sonradan gösterilecek çabayla yeniden kazanılabilir. Menon diyaloğunu tekrar hatırlarsak, o diyalogdaki kölenin doğuştan itibaren onda olan birtakım armağanları olmamış olsaydı, yani doğuştan birtakım değerlere sahip olmasaydı, ruhunda doğuştan getirdiği bir bilgi havuzu bulunmasaydı, kendisine sorulan sorular doğru bile olsa, bu sorulara yanlış yanıtlar vermesi ve ilgili problemi çözememesi hiç de şaşırtıcı olmazdı. Oysa bu köle Sokrates’in maieutike (doğurtma) yöntemiyle kendinde zaten varolan bilgileri doğru bir mantık yürüterek sonuca erdirmesini bilmiştir. Bu diyalog bize Platon’daki doğruyu saklı durduğu yerden çıkarmak maksadıyla yapılan konuşmanın, yani diyalektiğin de (mantık kurallarına uygun irdeleme) tüm gizemli anahtarlarını verdiğinden, tekrar tekrar okunmaya değerdir. İnsan böyle bir konuşma, yani öğrenme ortamında içindekilerin yukarı çekildiğini ve yavaş yavaş ilk örneklerin hepsini anımsadığını (anamnesis) fark eder ve dile getirir. Platon’un burada kullandığı Yunanca anamnesis (anımsama, hatırlama) terimi bu durumu gayet iyi ifade eden bir anlam içeriğine sahiptir. Bu tür bir anımsama, önceden öğrenilen bir şeyin zihinde canlanmasıdır, adeta yeniden doğmadır ve deneyden tamamen bağımsızdır. Kısaca anamnesis ideaların yeniden zihinde can bulmasıdır; salt ruhta varolan ilk bilgiyi yukarıya doğru çekmekten başka bir şey değildir.1
Platon’da insan ruhunun ölümsüzlüğü ve yeniden hatırlama özelliği Yunan mitoslarında sıkça işlenen Lethe nehrinin (Unutkanlık Nehri) özelliğinin felsefeleşmiş biçimidir aslında. Bu bağlantıyı kurmamızda bize özellikle Gorgias diyaloğunda Sokrates’in sorduğu şu soru yardımcı olur: “Kim bilebilir, acaba yaşamak mı ölmektir, yoksa ölmek mi yaşamak?” Yaşam ile ölümün bu kadar iç içe geçmiş olması Yunan dininin de temelinde yer alan düşüncelerle örtüşür. Çünkü dünya yaşamını derinden kavramak isteyen zihinler için yeraltını, yani ölümü de derinden kavramak esastır.
Platon’un geleneksel dinden çıkardığı ve Orpheus gizem dini ile Pythagorasçıların görüşlerini birbirine örerek oluşturduğu ve ahlak anlayışının temel taşlarını döşeyen ruh öğretisi ve anamnesis (hatırlama) düşüncesini ayrıntılı olarak anlamak için, demek ki Antik Çağ’ın dünya ile öte dünya (Hades) üzerine geliştirdiği fikirleri, özellikle konumuz bağlamında Lethe Nehri’nin bir Yunan için ne anlam ifade ettiğini iyi bilmek gerekir:

Resim 7: Lethe
Antik Çağ insanı yaşadığı dünya ile öte dünya arasındaki sınırın yeraltının nehirleriyle çizildiğini hayal etmiş ve Hades’in hemen girişine de Nefret Nehri’ni (Styx) yerleştirmekle işe koyulmuştur. Bu nehir onun için yaşamın sonunun, ölümün başlangıcının sınırıdır. Ölümün sonu ve yaşamın başlangıcının sınırı ise Hades’in çıkış kapısında yer alan Lethe ya da Unutkanlık Nehri’dir. Adını, ele avuca sığmayan sularının ruha önceki yaşamını tümüyle unutturma özelliğinden almıştır; çünkü bu sular insanın dünya üstündeyken yaşadığı bütün sevinçleri, bütün üzüntüleri, ölünce gördüğü, tanık olduğu bütün sırları ve bedelini ödediği cezaları, yani her şeyi, ama her şeyi unutturan bir niteliğe sahiptir. Nehrin bu niteliği ilkin belki insanoğlunun içini kasvetle doldurur, çünkü insan hafızayı, hatırlamayı doğal bir içgüdüyle sever, hafızasının ağırlığından zaman zaman kıvranacak kadar sancı çekse de, yine de hafızayı sever; unutma, yani Lethe’yi sevmez. Oysa Lethe’nin suları şifalıdır. Yaşamaktan ve ölmekten kirlenen, pas tutan hafıza deposunu yeniler. Lethe hafızanın bağlayıcılığını unutmayla çözer. Çünkü yeniden yaşamak için önceki hafızada tam bir bahar temizliğinin yapılması şarttır. Bundan da öte insan unutmaya yazgılıdır, insan unutan bir varlıktır, yani bir animal obliviscens’tir.1  Lethe’nin şifa vericiliğinin kanıtı, Yunan ve Roma dininde onun Hades’in sonunda yer alan Elysium’a, yani Cennet Adası’na yerleştirilmiş olmasıdır. Elysium, kutlu ruhların, öte dünya mahkemesinde cezalarının kefaretini rüzgârlarla dövülerek, girdaplarda dönerek ve ateşlerde dağlanarak ödemiş, adeta ceza çekerek terbiye olmuş kutlu ruhların mekânıdır.
Yeniden yaşama hakkı elde eden bu ruhların çoğu yazgı emrettiğinde Elysium’un sonunda yer alan Lethe ırmağının kıyısına üşüşür ve saf göksel bir soluk hâlini almışken yeniden o kara, o kasvetli ve her yanı dikişli beden elbisesini giymek üzere Lethe’nin sularından içer, hem de pürtelaş. Sonradan Romalıların destan yazarı Vergilius’un Aeneis adlı destanında işlenecek olan bu sahne,2  Rönesans tablolarına esin kaynağı oluşturacak değerde, canlı ve ateşli bir üslupla anlatılmıştır. Kullanılan her kelime ve her fiil, Lethe’nin bulunduğu mekânı, unutkanlık içen ruhların hevesli hallerini ve insan vücudunu tir tir titreten Antik Çağ hakikatini tüm çıplaklığıyla adeta gözlerinizin önüne serer ve zamanında Platon’un anamnesis kavramına da neden bu kadar önem verdiğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer. O hâlde Vergilius’un bu canlı sahnesinin içine girip geçmişte Platon’un ahlak anlayışında ön plana çıkardığı ruhun ölümsüzlüğü ve anamnesis fikrini de doya doya özümsemekte fayda var.

Resim 8: Yeraltı ülkesi
Vergilius’un kahramanı ve Roma’nın efsanevi kurucusu Aeneas, ölmüş olan babasından geleceğe dair bilgiler alabilmek için tanrısal bir izinle öte dünyaya gider. Babasıyla Cennet Adası’nın o kendine özgü güneşinin erguvan ışıklar saçtığı yemyeşil vadisinde karşılaşır. Gözyaşlarıyla birbirlerine sarılmak ister baba ile oğul. Ama biri bedenli, yaşayan bir varlıktır, diğeri bedeninden kurtulup yaşamının kefaretini ödemiş saf bir esinti, yani bir ruh. Bedenlilik ile bedensizlik birbirine sarılamaz. İşte tam o an Aeneas gözlerini vadinin derinlerine çevirir ve gördüğü manzara karşısında dehşetle irkilir. Lethe’nin kıyısına üşüşmüş ruhlar büyük bir hevesle unutkanlık içmekte ve yeni bir yaşama kavuşmak için acele etmektedir. Aeneas’ı irkilten bir olaydır bu; çünkü bir ölümlü olarak evrenin bu sırlı anına tanık olmaktadır. Tanık olduğu bu sır, “yaşamın” ölümün son kıyısında, yani Lethe’de başladığı hakikatidir. Hemen eliyle gördüğü manzaraya işaret eder Aeneas ve babasına sorar:
“Şu ruhlar buradan yukarıya, göğe çıkacak olan ruhlar mı, Baba,
bu atıl bedene girmek üzere yolculuğa mı hazırlanıyorlar yoksa?
Gün ışığına çıkmak için nasıl da dehşetli bir arzu duymakta ah bu zavallılar?”
Aeneas’ın gördüğü ruhlar kaderin tekerinde tam bin yıl dönmüş ve bu şekilde bütün kirlerinden, lekelerinden arınarak saf göksel ateş hâlini almış ruhlardır, hepsi cam gibi parlaktır. Lethe ırmağının suladığı ağaçlık, yemyeşil bir vadinin kuytularında, kendilerine ayrılan sınırlı bir mekâna üşüşmüşlerdir. Bu mekânın orta yerinde bir tumulus (höyük) yükselmektedir. Ruhlar bu tumulus’un etrafını çevirmişler,2  vadinin çukurunda bekleşmektedirler. Bu tumulus, bir terra tumens’tir, yani şişmiş ve adeta patlamaya hazır hâle gelmiş topraktan bir yığın. Toprağın bu görünümü aslında yukarı dünyaya geçişin de bir simgesidir. Evrensel yasanın çağrısına uyup buraya toplaşan ruhların etrafının bu tumulus’la, yani belirli bir sınırla çevrilmiş olması, onların da bu tumulus’un etrafındaki çukurda duruyor olmaları, gün ışığına çıktıklarında girecekleri bedenin bir ön hazırlığıdır, yani vadinin çukurundan bedenin çukuruna düşme anının başlama işaretidir. Bu manzara insan aklının kavrayamayacağı kadar anlamlı ve derin bir manzaradır. İşte bu manzara, Lethe’nin aletheia (hakikat; Lat. veritas) ile bağlantıya geçtiği andır. Yunanca aletheia doğru, gerçek; doğruluk, samimiyet, içtenlik anlamlarına gelir. Homeros’ta aletheia, adil kralın ve tanrısal esinli şairin sözüdür.4  Bu kelimeler lanthanein fiiliyle (ya da bu fiilin eski biçimi lethein’le) bağlantılıdır. Bu fiilin anlamı gözden kaçmak, dikkatten kaçmak, görülmemek’tir; a- olumsuzluk eki ve lanthanein fiilinden türeyen aletheia ise, lethe’nin unutma ve unutkanlık anlamını olumsuza döndürür ve ona unutmama, olanı olduğu gibi gösterme anlamını kazandırır. Böylece aleth-, üstü örtülü olmayan, gizli saklı olmayan, açıkta olan, unutulmamış olan anlamına gelir. Aletheia ise, yalan ya da sadece görünüş olanın zıttıdır, yani çağdaş yorumuyla hakikattir.5  Öyleyse unutmanın mitolojik ırmağının adıyla aynı kökten türeyen aletheia, yalın anlamıyla unutmama anlamına gelmektedir. Bu anlamda hatırlama, yani Yunanca mnemosyne’yle bağlantılıdır. Lethe’in üstüne esrar perdesi çektiği hakikat, a- olumsuz ekiyle birdenbire gün yüzüne çıkar, yani esrar perdesi açılır. Aletheia, unutmanın gerisin geriye hatırlama olarak dönmesidir. İşte Platon’daki ruhun içindeki ilk bilgilerin yukarı çekilmesi, yani esrar perdesinin aralanması fikri de buradan kaynaklanır.
Lethe’yle kaybedilen anlam, aletheia ile geri gelir, belirsizlik ve karanlık tümüyle ortadan kalkar.6  Başka deyişle ilk bilgi, unutmayla birlikte hafızanın derinlerinde tekrar ele geçer. Batı felsefesinin yüzyıllardır süren hakikat arayışındaki başlangıç noktasının unutmama, yani hatırlama, dolayısıyla hafıza üzerine kurulmasını, demek ki her şeyden önce bu kavramı oluşturan Yunanca kelime öğelerinin, yani Yunan dininin Lethe ve Lethe’nin işlevi üzerinden anlamlandırmak gerekir. Bu yüzden hakikat arayışındaki bir düşünürün yolu mutlaka Yunan-Roma yeraltı dünyasından geçmeli ve orada olup bitenden haberdar olmalıdır. Daha doğrusu aletheia’yı anlamak için önce Yunan-Roma düşüncesindeki hem yaşamı, hem ölümü, hem hatırlamayı hem de unutmayı birlikte ele almak ve bunları birbirine bağlayan incecik iplikleri önce edebi, sonra felsefi bir titizlikle çözmek gerekir. Çünkü unutmak için önce hatırlamak, hatırlamak için de önce unutmak gerekir. Çünkü hakikatin bir kolu hatırlamaksa, öteki kolu unutmaktır. Çünkü insan hem hatırlamaya hem de unutmaya yazgılı bir varlıktır.
Lethe suyunun unutturduğu nedir öyleyse? Yanıt açıktır; sadece ve sadece ruhun hem önceki yaşamının anıları hem de Hades’te karşılaştığı hakikat. Çünkü ruh yeniden yaşamak için gerçeğin (aletheia) verdiği sancıyı ya da o tuhaf sevinci unutmalıdır.1  Ama Lethe’den su içmekle ve unutmakla hafıza kaybolmaz, yalnızca hafıza deposu boşalır. Tam anlamıyla Yunan geleneğinin özünden beslenen Platon bu durumu gayet iyi bildiğinden, ruhun yeniden yaşama başlarken her şeyi unutmuş gibi görünse de, aslında işin içyüzünün böyle olmadığını, hafızanın anamnesis, yani bilgiyi hafızaya geri çağırma yetisi sayesinde önceden öğrendiklerini hiçbir şekilde unutmayacağını belirtmiştir. Çünkü ona göre ruh tanrısal kökenlidir ve gerçeğin bilgisi ruha içkindir. Dolayısıyla bilgi ruhta ezelden beri vardır,2  ama her yeniden bedenlenmede doğum anının ani ve büyük sarsıntısıyla bu bilgi unutulur. Öğrenmek, unutulanın yeniden keşfedilmesidir. Öyleyse Lethe’nin suyundan içerken insan her şeyi unutmakla birlikte anamnesis yetisini kaybetmez ve yeryüzüne sıçrarken alttaki hakikatle bağını asla koparmaz. Hakikatle ilgili bilgisini dünya yaşamında öğrendikleriyle yeniden elde eder. Demek ki bu bağın verdiği güvence, kaderin Lethe’nin kıyısına topladığı ruhların bu suyu büyük bir iştahla içmelerine neden olmaktadır. Yoksa unutkanlık bu kadar iştahla içilebilir mi?
Yunan-Roma dininin bu sıradan işleyişi, Orpheus dini gibi belli başlı gizem dinlerinde değişiklik gösterir, çünkü bu dinlerde hakikatin bilgisi insana bu dünyada verilir ve bu bilgiyle öte dünyada kurtuluşa ermesi sağlanır. Bu yüzden bu dinlerde öğrenilenin unutulmaması esastır. Bu dinlerde Lethe başrolünü Mnemosyne, yani hatırlama nehrine kaptırır. Orpheus’un müritlerinin öldüklerinde mezarlarına konan altın tabletler bu gerçeği gayet açık dile getirir; çünkü bu tabletler öte dünyaya göç eden müridin adeta birer yol haritası gibidir;3  burada yazılanlar o kara, o kasvetli dünyaya göç eden ruhun feneridir. Bu fenerin ışığı ruhun tanrısal kaynağına geri dönmesine yardım eder ve ona göğe açılan yolu gösterir. Örneğin arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkan bir mezardaki altın tablette şunlar yazar:

“1 Hades’in evinin solunda bir pınar bulacaksın,
2 ve beyaz bir servi hemen yamacında duran.
3 Aman sakın yaklaşayım deme bu pınarın yanına.
4 Bir başka pınar daha var orada, Hafıza Gölü’nden doğup
5 buz gibi sularıyla fışkıran; önünde bekçiler durmakta.
6 Şöyle söyle onlara: ‘Ben Toprağın ve yıldızlı Göğün oğluyum,’
7 ama soyum tanrısal. Bir tek sen biliyorsun bunu.
8. Yanıp kavruldum susuzluktan, yok oluyorum; n’olur hemen ver bana,
9 şu Hafıza Gölü’nden fışkıran buz gibi suyu…”

Resim 9: Orpheus
Buradan da anlaşılacağı üzere Orpheus dininde Hades’e giden ruhların ilk karşılaşacağı nehrin adı verilmese de, bunun Lethe Nehri olduğu açıktır. Bu nehrin yanında duran servi ağacı ise ruhun karanlıkta ilk karşılaşacağı ışıktır. Ruh bu ışığa kanıp nehrin sularından unutkanlığı içecek ve daha yolun başındayken Hades’in sessiz derinliğinde yolunu şaşıracaktır. Kim olduğunu hatırlamadan, ne geçmişini ne de geleceğini bilmeden öyle kaygısızca dolanıp duracaktır. (Platon’da Lethe bir Ova, Unutturan nehir ise Ameles Nehri olarak geçer. Platon’un Lethe’ye Ameles adını vermesinin nedeni, ameles kelimesinin kaygısızlık anlamına gelmesidir, çünkü bu nehir içeni kaygısız kılar). Servi ağacından yayılan ışığın albenisine kapılıp yanındaki sulardan içmeyen ve dümdüz yoluna devam eden ruhlarsa, Mynemosyne Nehri’ne ulaşacaklardır ve onun sularını içtikleri anda da işkencelerinden kurtulup göksel âlemde kendileri için hazırlanan yerlere yerleşerek kutluluğun hazzına varacaklardır. Çünkü Mnemosyne’nin anlamı hafıza’dır. Hafıza sularının en önemli işlevi, yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere, toprağın ve göğün oğluna, yani ölümlü insana tanrısal soydan geldiğini ve aslında ölümsüzlükten pay alan bir varlık olduğunu yeniden hatırlatmasıdır. Bu suyun başında duran bekçilerin kimliği belirsiz olmakla birlikte ölü ruhların ilk karşılaştıkları anda hiçbir şekilde korkmayacakları özelliklere sahip varlıklar olduğu anlaşılmaktadır; bunlar sanki Thebai’ın bekçisi olan sfenks gibi sadece kimsin, nesin, niçin buradasın türünde soru soran ve adeta ruhun tanrısal kökenli olduğunu hatırlamasına yardımcı olan hafızanın bekçileri, nöbetçileridir. Burada hafızanın sıradan Hades mitoslarına oranla kat kat daha fazla onurlandırıldığı açıktır. Çünkü buradaki hafıza insana ölümlülüğünü aşıp ölümsüz olma onuru kazandırmaktadır. Orpheus dininde ölüm, yeni bir birey olarak doğmakla eştir. Satırlarında, “Aynı gün ölüp bir birey olmak, ah ne yüce bir mutluluk!” diye yazan bir başka tablette bu düşünceye açıkça tanık olmaktayız.
Bu satırlarda asıl dikkat çekici nokta, hatırlama ve unutma arasındaki bağlantılarda suyun önemli bir rol üstlenmesidir. Hades’e giren Orpheus müridinin o karanlık patikada ilk hissettiği duygu susuzluktur, hem de öyle böyle değil, içini kavuracak kadar yoğun bir susuzluk. Bu, ölü ruhun tutkusunu deneme fırsatlarından biridir. Ruh, susuzluk dürtüsüyle ilk önüne çıkan pınardaki suyu içmemeli, susuzluğuna dayanabildiğince dayanmalı ve yoluna devam edip ikinci pınara gelince durup onun sularını içmeli ve susuzluğunu öyle gidermelidir. Genel Hades anlatımlarında ise ruhun son yolculuğunu da Lethe’nin suyundan içerek tamamladığı ve susuzluğunu gidererek yeniden ışığa kavuştuğu gözlemlenir. Bu sular buz gibidir ve ruhu serinletici bir özelliği vardır. Ölü gömme törenlerinde mezara su serpilmesinin nedeni de ruhun ilk hissedeceği duyguya, yani susuzluğa çare sunmak, ruhu serinletmektir. Bundan başka suyun bir de arındırıcı bir görevi vardır. Mnemosyne’nin suyunu içen susuzluğunu giderirken arınır ve yeni bir birey olduğunun da ayırdına varır. Lethe’nin suyundan içen de susuzluğunu giderirken bir yandan da yine arınır ve yepyeni bir birey olmak üzere yeni bir yolculuğa başlar. Lethe’den su içme, amnestia(toplu olarak affedilme) anıdır. Amnestia önceki yaşamda yapılanların kefareti ödendiği için, yeni doğanların pirüpak doğumuna izin verildiği andır. Çünkü Lethe’nin yasasında amnestia (perpetua oblivio), yani genel af üzerine kurulur.

Resim 10: Trophonius’un mağarası
Yunan dininin bu iki önemli nehri, Antik Çağ edebiyatında çok tanınan ve adeta tanrı yerine konan mimar Trophonius’un Lebadeia (Boeotia) mağarasının girişinde de karşımıza çıkar. Bu mağara bir kehanet merkezidir ve öte dünyanın yeryüzündeki simgesidir. Mağaraya kehanet danışmaya gelenler birkaç gün mağara dışındaki tapınakta kalırlar ve burada arınarak kehanet almaya hazır hâlde getirilirler. Buz gibi mağaraya girdiklerinde, vücutları donmasın diye önce mağaranın girişindeki Hercyna Nehri’nde yıkanırlar. Bu nehre hem hatırlamanın hem de unutmanın suları karışmıştır. Kehanet almaya gelen kişi bu suların her ikisinden de içer. Böylece önceki düşüncelerinin hepsini unutup yeni şeyler öğrenmeye hazır hâle gelir. Ardından yaklaşık on üç yaşlarındaki iki çocuğun eşliğinde mağara girer. Öte dünyanın yeryüzündeki temsili olan bu mağara bir girdabı andırır. Kehanet alındıktan sonra gerçeği öğrenmenin verdiği şokla sarsılacak olan bedenin ve titreme nöbetlerinin, görülecek sanrıların ve başka bir benliğe geçiş hâlinin bir tür simgesidir.2  Kehanet alacak kişi mağaraya girerken, önüne çıkacak olan hayaletlere, yılanlara bunları verip yoluna devam edebilsin diye yanına birkaç çörek alır. Sonunda tanrının bulunduğu sırlar odasına gelir (adyton). Bu odanın çok dar bir girişi vardır. Kişi yere sırt üstü uzanır ve öylece beklemeye başlar, sonra aniden esen bir rüzgârla içeriye alınır. Kehaneti alıp dışarı çıktığında, öğrendiği gerçekler onun bir daha asla gülmemesine neden olur, birden suratı asılır. Yürüyecek hâli mecali kalmadığından, tapınak mahallini ancak eş dostun kolunda terk eder. Bu yüzden halk arasında, yüzünden düşen bin parça olan ve hiç gülmeyen insanlara, Trophonius’un mağarasından geliyor denir. Böyle bir deneyim yaşamışlardan biri olan Timarkhos, bu mağarada bir gün iki gece kalıp dışarı gelir.3  “Normal yaşamın çok ötesinde bir dünyaydı orası, uyanık mıydım, rüyada mıydım, doğrusu hiç anlamadım,” der ve devam eder: “Dikişler attı, ruhum serbest kaldı; Okyanusun üstünden, pırıl pırıl parlayan adalar arasından süzüle süzüle uçtum. Çevremde olup bitenlerle ilgili bir şey hissetmiyordum, arkamdan bir ses bana ruh göçünün gizemini açıkladı.”
İşte Platon’a göre bir insan ruhunda Lethe’nin sularını içip de unuttuğu ilk bilgileri anamnesis yetisiyle bu şekilde açığa çıkarmak yetkinliğine (erdem) sahipse, kendi içinde idealar âleminin iyi ve doğru düzenine layık bir düzenleme ve iyi ve doğru bir davranış modeli de yaratabilir. Her şeyden önce insan ruhunun eksikliğinin en önemli işareti olan aşırı heyecanlardan, aşırı tutkulardan uzak durabilir ve sadece iyi, doğru, güzel, erdemli, adaletli olana yönelebilir. Bu imkân onda doğuştan vardır ve bu imkân insanın sadece kendisi için değil, toplumu için de doğru ve iyiyi tesis edebilecek yetkinliktedir. Zaten Platon’un zihnindeki devlet modeli de, ahlak anlayışının bu her yerde genelgeçer olan ilkelerine dayandırılarak kurulmuştur. Bu yüzden Platon’un devlet ve toplum fikirleri kendi ahlak anlayışının açımlanması olduğu kadar, onun siyasi fikirlerinin de bir açımlamasıdır.
Demek ki Platon’un ahlakında insan içine dönüp ilk bilgilerini hatırladıkça iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan sağlıklı bir şekilde ayırt etmesini öğrenebilir ve bu şekilde ruhunu da gitgide daha dengeli hâle getirebilir. Çünkü insanın özünde iyinin, doğrunun, cesaretin, uyumun, adaletin vb ahlaki değerlerin de bir özü mevcuttur. İnsana düşen, ruhunun akıllı kısmını diğer kısımlarına egemen kılıp gönlünün en derin köşelerinde gizlenen bu özü bulup çıkarmaktır; çünkü ancak akli çabayla insan sanılarından kurtulup doğru bilgiye ulaşır. Doğru bilgiyle erişilen her değer de, evrensel değer olur; başka deyişle herkes için genel geçer olan ve değişmeyen bir değer hâline gelir. Ayrıca doğru bilgiden çıkan her eylem ahlak açısından da doğru olur ve insanı mutluluğa erdirir. Zaten Platon için de esas olan, doğru bilgiyi ölçüt alarak bu evrensel anlamda doğru, iyi ve insanı mutlu kılan değerleri ve evrensel davranış modellerini belirlemek ve bunların herkesçe kabul edilebilir özelliklerini açıkça gösterebilmektir.
Uygulamalar
Platon’un özellikle ruh konusundaki görüşlerine yer veren Phaidros diyaloğunu özgün dilinden yapılmış güvenilir bir çevirisinden okuyunuz ve arkadaşlarınızla tartışınız.
Yunan din ve kültürünün öte dünya inanışı ve Orpheusçuluk gibi gizem dinleri konusunda belli başlı kaynaklardan araştırmalar yaparak bilgilerinizi derinleştiriniz.
Bölüm Özeti
Bu bölümde Platon’un felsefesinin ana öğretisi olan ahlak anlayışı üzerinde durulmuştur. Bu öğretiyi iyi anlamak için de öncelikle ilk bölümde ele alınan idea öğretisi daha ayrıntılı olarak irdelenmiş ve idea kavramının özü anlaşıldıktan sonra ruh ve ruhun kısımları incelenmiş ve buradan hareketle ruhun ahlaki yaşayıştaki yetkinliği gösterilmeye çalışılmıştır. Ayrıca Platon’un bilgi anlayışında önemli yeri olan anamnesis (anımsama) ve lethe (unutma) kavramları üzerinde durularak bu kavramların Yunan dinsel ve kültürel yaşamında üstlendikleri temel roller aydınlatılmış ve bu çerçevede Platon’un hakikat (aletheia) kavramına bakışı ortaya konmuştur
Kaynakça
EK KAYNAKLAR
ÜNİTE SORULARI
1. Platon “idea” terimi yerine bazen hangi kelimeyi kullanır?
Eidos
Doğru sanı
Temellendirilmiş doğru sanı
Species
2. Platon’a göre “idea” teriminin en genel anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
Üçgenin doğası
Şeyleri olduğu gibi göstermeyen ilke
Beyazlık ideası
Baktığımda ya da gördüğümde bana görünen biçim
3. Aşağıdakilerden hangisi, Platon’un idealarının özelliği değildir?
Bir’dir.
Değişmez olandır.
Ezeli ve ebedidir.
Zamana bağlıdır.
4. Platon’a göre ideaların varlığı aşağıdakilerin hangisi için şart değildir?
Şeyleri olduğu gibi (ne ise öyle) bilmek için
Yaşamın ve ölümün bilinmezine ermek için
Şeylerin olmasının ve olmayı durdurmasının nasıl mümkün olduğunu anlamak için
Varlığın tekliğinin şeylerin çokluğuyla uyumunun nasıl mümkün olduğunu anlamak için
5. Platon “anamnesis” terimiyle neyi kasteder?
Şeylerin ideaların birer kopyası olmadığını hatırlamayı
Bilginin dışımızdaki şeyleri görmek değil de, içimizde olanı hatırlamak olduğunu
Şeylerin yalnızca birer uyarıcı olmadığını hatırlamayı
İnsanın hakikatten pay alan bir varlık olmadığını hatırlamayı
6. “İyi ideası” için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
İyi, ideaların ideasıdır.
Bir benzetmeyle söylenecek olursa, iyi ideası güneşin ideasıdır.
İdealar piramidinin en üstünde yer alan en yüksek ideadır.
İyi ideası gölgeler âleminin en alt ideasıdır.
7. Platon’un kozmolojisinde önemli bir yeri olan Demiourgos hakkında aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
Evreni hiç yoktan var eden bir yaratıcıdır.
Evreni tasarlarken ideaları kendine örnek almıştır.
Yunanca demos ve ergon kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuş bir kelimedir.
Tasarladığı evren, olabilecek en iyi evrendir.
8. Aşağıdakilerden hangisi Platon’a göre “ruhun iştahla ilgili bölümünün” tanımlarından biridir?
Yürekte yer alan bölümdür.
Bedenin ihtiyaçlarına bağlı olan bölümdür.
Akılla ilgili olan bölümdür.
İradenin bilgisine ermemizi sağlayan bölümdür. 
9. Platon’daki ruhun en önemli erdemi olan “adaletin” işlevi aşağıdakilerden hangisidir?
Ruhun bölümleri arasındaki bağlantıyı en adil şekilde kurmak
Ruhun akli yanını ölümsüz kılmak
Ruhun heyecanlarla ilgili yanını özgür bırakmak
Sadece iradeye gem vurmak 
10. Aşağıdakilerden hangisi Yunanca “aletheia” kelimesinin anlamlarından değildir?
Doğru
Gerçek
Samimiyet
Doğruluk
1 / 10
Testi Bitir
SUNUM

27 Eylül 2017 Çarşamba

26 Eylül 2017 Salı

İLK ÇAĞ FELSEFESİ 7

7. SON IONIALILAR

Giriş

Bu bölümde Kolophonlu bir Rhapsodos (gezgin ozan) olarak ünlenen Ksenophanes’in “arkhe nedir?” sorusuna verdiği yanıt ve kendine özgü üslubuyla yarattığı eleştirel felsefe öğretisi üzerinde durulacak; Ionia felsefesinin son düşünürü olan ve Yunan felsefesinde anlaşılması güç üslubuyla “karanlık filozof” olarak ayrı bir yer edinen Herakleitos’un arkhe hakkındaki görüşlerine yer verilecektir.  

7.1. Sivri Dilli Bir Rhapsodos: Ksenophanes

Pythagoras’ın ölümüyle ve Miletos kentinin İÖ 494 yılındaki yıkımıyla birlikte Sokrates Öncesi Dönemin ilk yarısı kapanmıştır.Bundan sonraki neslin düşünürleri artık sadece bilimin nüvelerini taşıyan kişiler değil, aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla felsefecidir.2 Miletos’un kuzeyinde yer alan, günümüz İzmir’inin yakınlarındaki Kolophon şehrinde doğan Ksenophanes de (Ksenophanes: Ξενοφάνης) bu felsefecilerin ilkidir (İÖ yak. 570-470); hatta felsefeci olmakla da kalmayıp aynı zamanda sosyal ve siyasal konularda acımasız eleştiriler yapan bir şair ve ilahiyatçıdır. Bazıları onun kimsenin öğrencisi olmadığını, bazıları da Atinalı Boton’un ya da Arkhelaos’un öğrencisi olduğunu söylemiştir. 3
Pythagoras gibi, Yunan kültürünün doğu ve batı ayakları arasında bir köprü olmuş olan Ksenophanes, yirmili yaşlarında doğduğu kentten sürgün edilmiş ve gezgin bir ozan olarak (rhapsodos) hem kendisinin hem de başkalarının şiirlerini okuyarak tam 67 yıl Yunanistan’ın çeşitli kentlerini dolanıp durmuştur.Sicilya’da yaşamıştır, Zankle ve Katane’de yaşamıştır ve en nihayet Elea’ya yerleşmiş ve orada bir felsefe okulu kurmuştur. 
Miletos Okulu gibi o da kendi evren anlayışını ortaya koymuş ve temel elementin ne su, ne de hava olduğunu belirtmiştir. Ona göre temel element topraktır, “çünkü her şey topraktan hayat bulmuştur ve toprakta son bulacaktır.”
Ksenophanes’in fosillerle ilgili yaptığı gözlem de bilim tarihinde yerini almıştır: 
“Denizden uzaklarda, dağlarda deniz kabuklularına rastlanmış ve Siraküza’nın taş ocaklarında balık ve fok balığının izlerine; Malta’da da her tür deniz yaratığının yassı şekillerine. Bunların hepsi uzun yıllar önce her şeyin balçıkla örtüldüğü bir zamanda olmuş ve bu izler bu balçıkta kuruyup öylece kalmış…”
Ksenophanes tanrılarla ilgili yaygın görüşe karşı çıkışıyla da ünlenmiştir. Tanrıların insan kılığında düşünülmesini ve insanın yaptığı hataların tanrılara da yüklenmesini şiddetle eleştirmiştir. Dolayısıyla Homeros ve Hesiodos’un destan geleneğinin insan kılıklı çok tanrıcı anlayışına ve bu geleneğin zaman zaman tanrıları ahlaksız olarak göstermesine veryansın etmiştir. Şöyle demiştir: 
Eğer öküzlerin, atların ve aslanların elleri olsaydı,
ya da elleriyle resim yapıp eserler üretebilselerdi insanlar gibi,
atlar at şeklinde, öküzler de öküz şeklinde
çizerlerdi tanrıları, bedenlerini de aynen benzetirlerdi
kendilerinin sahip olduğu bedenlere.

Habeşler der ki, bizim tanrılarımız basık burunlu ve kara,
Trakyalılar da der ki, bizim tanrılarımız sarı tenli ve kızıl saçlı.
Daha da ileri gitmiş ve tek bir tanrı olduğunu iddia etmiştir.Böylece tek tanrı fikrini savunanların arasında baş sıraya yerleşmiştir. Ksenophanes’e göre tanrı evrenin tek yöneticisidir ve ezeli-ebedidir. Özü küre biçimindedir; safi göz, safi kulaktır; safi akıldır, düşüncedir ve sonsuzdur.6 Bütün varlıkların en güçlüsüdür, dolayısıyla ondan daha az güçlü ya da ondan daha çok güçlü hiçbir şey yoktur; herhangi bir şey tarafından yenilmez ve herhangi bir şey ondan daha üstün olamaz, çünkü en güçlüden daha güçlü bir şey olmaz. Tanrının olduğu yerde durup dünyayı düşüncesiyle kımıldattığı görüşü ise, sonradan Aristoteles’in bu konudaki düşüncelerini dayandıracağı önemli bir görüştür.
Kolophonlu Ksenophanes’in günümüze kalan birkaç fragmanından çıkarılan bilgilerden bile onun düşüncelerinin ve şahsiyetinin zamanında etkin bir düşünür olmasını sağladığı görülür. Şiddetli eleştirileriyle Homeros’un yarattığı dünya ve ideallerle kavga etmesi, yaşadığı toplumun hem yaygın din inancını hem de siyasal yapısını sarsması, karakteri hakkında bilgi veren önemli verilerdir. Ama Ksenophanes’in Homeros dinine getirdiği eleştiriler onun Homeros’un büyüklüğünü kabul etmediği anlamına gelmez, ya da onun inançsız olduğuna. Aksine “safi bilgi ve güçlülük” anlamındaki tek tanrı inancıyla daha sonraki büyük düşünürlerin din alanındaki görüşlerinin mozaiklerini döşediği çok açıktır. Ayrıca onun felsefesinde polis (kent devleti) sadece ölümlülerin, yani insanların yaşadığı bir yer olmalıdır düşüncesi, dolayısıyla insani bir dünya hayal edişi o dönem için hayli cesur bir düşüncedir. Çünkü bu şekilde tanrıyı insanların içinden çıkardığını ve apayrı bir yere yerleştirdiğini açıkça ifade etmiş olur.
İstediği nitelikte toplum için de, yani iyi ve mutlu bir yaşam için yepyeni bir insan ideali geliştirir; hem ahlaki hem de kişisel mükemmelliğe erişmiş bir insan modelidir bu. Bu modelin özünde felsefi ve ahlaki sorumluluğunu bilen, mücadele etmekten kaçınmayan, farklı olmaktan korkmayan, kuramsal olan ve her zaman adil ve doğru olanı bilme cesareti gösteren, yani bir insana yakışacak nitelikte davranan insanın bilgeliği yatar. Bu bilgelik insan olmanın anlamını ve sınırlarını bildiği gibi, insanın tanrı olmadığını ve insanın yalnız yaşayamayacağını da bilir. İnsan hakikati tam olarak kavrayamaz, ama önemli olan hakikate yaklaşmak için gerekli olan bilgiye ermektir. İnsanın hakikat için verdiği uğraş, bilmek için verdiği uğraştır. Bu uğraş evrenin tümüyle açıklanamayacağının da farkına varma uğraşıdır aynı zamanda. Belli başlı şeyler, anlamlar ve açıklamalar hep ucu açık şeyler olarak kalacaktır ki hep daha ileriye gidebilelim ve ilerleyebilelim. Bu bilgelik anlayışı aslında insan erdeminin (arete) hakiki özüdür ve site devletinin olması gereken yapısıdır, çünkü bu bilgelik insanların birlikte yaşamaya yöneltecek sorumluluğu onlara zerk edecektir; bu yüzden bu bilgelik site devletinin garantisi ve hakiki özüdür.

7.2. Karanlık Bir Filozof: Herakleitos

Ionia felsefesinin sonuncu ve en önemli düşünürlerinden olan Efesli (Ephesos) soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Herakleitos [İÖ yak. 535-475] Yunan felsefesinin anlaşılması güç, gizemli ve bu yüzden en karanlık filozoflarından biri olarak ünlenmiştir. Lirik şair Skythinos onu şöyle tanıtır:7
Bu kadar acele etme sakın,
Ephesoslu Herakleitos’un kitabını bitireceğim diye,
çıkacağın yol öyle dik ki,
kasvetli, zerre ışık yok!
Ama bir eren kılavuz oldu mu sana,
aydınlanır bir anda,
güneş ışığı bile hiç kalır yanında!
Herakleitos’un bu gizeminin asıl nedeni kendisinin olduğu ileri sürülen ve günümüze fragmanlar halinde ulaşabilmiş Doğa Üzerine (Peri physeos; İÖ yak. 500) adlı düzyazı şeklinde yazılan eserdeki gizemli, karanlık ve dolayısıyla anlaşılması güç üslup ve bilmece gibi ifadelerdir. Üstelik başka başka sözcüklerle sürekli tekrarlanıp duran bu ifadeleri aralayıp da Herakleitos’un felsefesini tam manasıyla açık seçik kavramak zorlu bir süreçtir. Ayrıca, onun yaşamı hakkında kesin bilgi edinebileceğimiz kaynaklarında çok tartışmalı olması bu düşünürün gizemine gizem katmaktadır. Çünkü Efes kentinin yerlisi ve babasının adının Bloson olması ve felsefi anlamda Ksenophanes ile Pythagoras’dan daha geç, Parmenides’den daha erken bir dönemde etkin olduğunun bilinmesi dışında Herakleitos ile ilgili bilgilerin tümü kesinlikten yoksundur. Bu konuda Diogenes Laertios’un İS 3. yüzyıl başlarında yazdığı Ünlü Filozofların Yaşamları ve Görüşleri adlı eserinde Stoacı biyografi yazarlarına dayanılarak aktarılan bazı bilgilere rastlasak da, büyük olasılıkla bu yazarlar da Herakleitos’un yaşam öyküsünü onun bazı fragmanlarına dayanarak oluşturmuşlardır. Evet, bir dereceye kadar bazı fragmanlarından Herakleitos’un şahsiyetiyle, dinsel, toplumsal ve siyasal düşünceleriyle ilgili birtakım görüşlere varılabilir, ama son günleri, hastalığı ve ölümüyle ilgili aktarılanlar kesinlikten tamamen yoksundur. Örneğin bazıları onun vücudunun ödem yapıp şiştiğini ve bu yüzden öldüğünü söylerken, bazıları iyileşmek için kendini gübre yığınına gömdürdüğünü ve o pislik içinde köpekler tarafından parçalanıp öldürüldüğünü söyler.8  Ama yine de bu fragmanlar bize Herakleitos’un insana, topluma, dünyaya, siyasi ve ekonomik yapıya acımasız eleştirilerle yaklaşımını ve sivri dilli üslubunu açıkça göstermekten de geri durmaz. 
Herakleitos Lidya (Lydia) krallığının Persler tarafından yıkılmasının ardından (İÖ 549) Pers egemenliğinin Anadolu topraklarında yaklaşık yarım yüzyıl hüküm sürdüğü bir dönemin çocuğudur; İ.Ö 500 yılında Anadolu Yunanlarının Perslere karşı ayaklandığı, ama anakaradan yeterli desteği göremedikleri için, bu ayaklanmalarının bedelini büyük bir yenilgiye uğrayarak ödedikleri, özellikle İÖ 490 yılında Efes’te aldıkları en ağır darbenin ardından, Miletos da dâhil olmak üzere, Ionia’nın birçok müreffeh şehrinin yakılıp yıkılmasına da neden oldukları buhranlı savaş yıllarının zihnidir. Dolayısıyla yaşadığı tarihin karmaşası onun fikirlerinde de şiddetli fırtınaların esmesine neden olmuştur. Bu şiddet özellikle Perslerin ikinci kez, ama daha serbest bir siyasi anlayışla yürüttükleri hâkimiyetleri sonucunda gelişen ticaret ve sanayinin zenginleştirdiği sınıflara karşı eleştirilerinde doruk noktasına ulaşmıştır. O hep aristokrasiden yana olmuş, demokrasi karşıtı bir tavır sergilemiş ve Ephesosluların demokrasi karşıtı olan kişileri şehirlerinden sürmesiyle ruhunun öfkesi arttıkça artmış, en sonunda tepkisini hakarete varan bir üslupla dile getirmekten de çekinmemiştir. Şöyle ki: “Efeslilere en yakışan hareket, şehirdeki yetişkinlerin kendini asması ve bu şehri yetişkin olmayanlara bırakmasıdır.”9
Herakleitos’un gönlünde söz konusu kesime karşı nefreti böyle günden güne büyümüş, ardından daha geniş halk kitlelerine yayılarak yığını aklın sesine kulak vermeyen ya da kör ve cahil kimseler olarak nitelemesine yol açacak kadar derinleşmiştir. Duyularıyla algıladıklarının bir adım ötesine geçemeyen anlayışsız kalabalığı her fırsatta “Aklın ezeli ve ebedi hâkimiyetini insanlar anlamaz; Köpekler tanımadıkları kimselere havlar; Eşekler samanı altına tercih eder; Bir kişi, eğer en mükemmelse, benim için onbin kişidir,” diyerek sürekli yermiştir.10
Evet, Herakleitos’a göre, halk kalabalığı, yığın ya da çokluk dediği kitleler kavrayıştan yoksundur. Ne yaşama tarzları, ne düşünme biçimleri, ne algı düzeyleri, ne tanrı anlayışları, ne inanç şekilleri doğruluk içerir. Özellikle gizem dinleri (mysteria), bu dinlere tapanlar ve kendilerinden geçip akıllarını kaybederek gerçekleştirdikleri ayinler, kesilen kurbanlar, akan kanlar birer cehalet gösterisidir. Ona göre, resimlere tapmak duvarlarla konuşmakla eştir; kurban kesmek, kan akıtmak bir pisliği başka bir pislikle temizlemekle, kana bulanarak temizlenmekle eştir.11 Herakleitos özellikle şarap tanrısı Dionysos’un kültüne tapanlara, tanrıyı yad etmek için gece düzenlenen ve umarsız bir coşkuyla kutlanan ayinlere, kadın rahibelerin (Bakkhalar) aşka gelip attığı kulak tırmalayıcı çığlıklara; sihirbazlar dediği doğulu rahiplerin birbirinden tuhaf adetlerine şiddetle karşıdır. 12
Onun şiddetli üslubundan kendinden önceki edebiyatçıların ve düşünürlerin çoğu da nasibini almıştır. Fırsatını bulduğu anda, “Çoğunun öğretmeni Hesiodos’tur. İnsanlar onun çok şey bildiğini sanıyor, oysa o gece ve gündüzün bir olduğunu bile bilmeyen biri,” gibi ifadelerle pervasızca kullanmıştır bu üslubunu.13 Zaten sonunda dayanamamış, çekip gitmiştir Efes’ten ve Efeslilerden. Doğup büyüdüğü toplumunu terk edip uzaklara kaçmış, münzevi bir hayata çekilmiştir, ama, yazık ki, o dönemde devasız bir hastalığa yakalanıp yaşamını da yitirmiştir.
Herakleitos’un felsefi görüşlerinin elde edildiği fragmanlar genellikle doğayla, siyasetle ve teolojiyle ilgili fragmanlar olarak üç guruba ayrılarak incelenir. Yukarıda da bahsedildiği üzere, bu fragmanların gizemli ve herkesin anlamayacağı tarzdaki karanlık üslubu yazarına Karanlık (Skoteinos)sıfatının yakıştırılmasına neden olur. Herakleitos bu karanlık görünümünü ve anlaşılmazlığını kendisini Delphoi kehanet merkezinin tanrısına, yani adını anmasa da tanrı Apollon’a ve kullandığı dili bu tanrının anlaşılması güç kehanet diline benzeterek daha da belirgin kılar. Çünkü ona göre bu tanrı, tıpkı kendisinin de yaptığı gibi, düşüncesini ne açık açık söyler, ne de gizler; sadece işaretlerle gösterir.”14 
Durum böyleyse, onun düşüncelerini sadece seçkin bir azınlık anlayacaktır, kalabalıklar onun düşüncelerindeki gizeme asla vakıf olamayacaktır. Çünkü ona göre, değerli şeyler ender bulunur, ancak uzun ve yorucu bir çalışma sonucu elde edilir. Bu gizem altın değerindedir ve altın arayıcısı altını bulmak için toprağı ta derinlerine kadar kazmak zorundadır; hatta kazdığında o altından çok az miktarda bulacağını da çok iyi bilir. 15
Herakleitos’un bu gizemli tavrı kendisinin herkesin göremediği bir şeyi gördüğünü, herkesin kavrayamayacağı bir sırra erdiğini ima eder niteliktedir. Bu anlamda aslında yerdiği düşünürlerin başında gelen Pythagoras’ın hem şahsına hem de onun felsefesini küçük, kısa özdeyişler halinde ve sırlarla dolu bir üslupla sunmasına çok benzemektedir.
Herakleitos’un keşfettiğine inandığı sır şudur: Görünüşte birbirine zıt gibi görünen şeyler, aslında bir ve aynıdır; bu birlik, daha derin düşünüldüğünde, aynı zamanda çokluktur. O halde bilmek veya bilge olmak birbirine zıt olanların temeldeki gizli birliğini görebilmektir; bu görüşe ermekse, çok şey bilmenin ya da malumat sahibi olmanın çok ötesindedir. Kendisinden önceki doğa düşünürleri de bu birliği ve bu birlikteki çokluğu arkhe dedikleri ana maddede aramışlardır. Thales suda aramıştır, Anaksimenes havada, Anaksimandros ise apeiron’da. Ama Herakleitos bu arayışı daha sırlı bir üslupla, daha karanlık deyişlerle dile getirerek bize sunmuş ve kendi arayışını daha derin bir arayış olarak göstermiştir. Bunun bir nedeni de aslında diğer doğa düşünürlerinden kalan fragmanların neredeyse yok denecek kadar az oluşu, ama ondan kalan fragmaların bunlarla karşılaştırıldığında görece daha fazla oluşudur ki, bu durum bizim onun düşüncelerini diğerlerine oranla daha ayrıntılı görebilmemize ve yorumlayabilmemize olanak tanımaktadır.
Herakleitos için şeylerin altında yatan birlik ateştir (πυρ: pyr). Ateş, her şeyin kendisinden çıktığı ve ona geri döneceği ana maddedir, arkhe’dir. Yaratırken yok eden, yok ederken var eden bir kuvvettir; akıl sahibidir. Maddede görülen değişik biçimler ateşin bu yaratıcı etkisinden kaynaklanır. Çünkü ateş, doğası gereği, herhangi bir şeye rahatça dönüşebilecek ve her şeyi de rahatça kendisine dönüştürebilecek yapıdadır. Herakleitos’a göre ateş bu dönüşümü kendisinden öncekilerin ileri sürdüğü ana maddelerden çok daha kolay başarır. Çünkü diğerlerinden daha iyi şekilde harekete geçirir kendini, daha iyi şekilde kendi kendine değişir ve öteki varlıklara dönüşür. Çünkü ateş çok hareketlidir, süreklidir, capcanlıdır ve çok kuvvetlidir. Yanan bir şeydeki aleve bakıldığında, ateşin bu nitelikleri kolaylıkla gözlemlenir; yani canlılığı ve sürekliliği. Yanan şeyler farklı farklı şekillere dönüşebilir, ama onları yakan ateş hep aynıdır. Alev alev olmaktan hiçbir zaman çıkmaz. Herakleitos bu aynılığı, “her malı altınla, altını da her tür malla takas edebilirsiniz; aynı şekilde, her şey ateşle, ateş de her şeyle takas edilebilir,”16 diyerek ifade eder. Ama bu takas sırasında, yani her şeyi oluşturduğu sırada, kendisini gizleyen (ancak bilgelere açık olan) tanrısal bir alevdir adeta. (Bu ateş aslında bizim bildiğimiz ateş olmakla birlikte Herakleitos’un zihnindeki yansısı, daha ince ve daha az maddi yapıdadır; öyle ki sonradan Herakleitos yorumcuları bunu enerjiyle bir tutmuşlardır.)
Gerçekten de Herakleitos öncesi doğa düşünürlerinin ileri sürdükleri ana madde, ateşe oranla daha çok varlık özelliği gösterir. Ama Herakleitos’un ana maddesi varlıktan daha öte, “bir hareket, bir süreçtir.” Çünkü ateş sürekli hareket eden bir şeydir ve aynı zamanda bu hareketin kendisidir. Bu özelliğiyle maddeden öte, bir süreç, bir oluş ve bozuluştur (ya da yok oluştur). Önceki doğa düşünürleri de bu süreci, yani bu oluş ve bozuluşu gözlemlemiştir, ama onların amacı bu sürecin temelindeki varlığı aramaktır. İşte Herakleitos’un farkı, bu sürecin altında hiçbir varlık aramamasıdır, çünkü ona göre varlığın kendisi zaten bir süreçtir, kendisi kendi kendine bir oluştur. Böylece Herakleitos ateşle “varlığı, oluşa indirgediğini” ima etmiştir.
Bunun yanı sıra, Herakleitos’un karşıtlıklarla ilgili görüşleri de, önceki düşünürlerden, özellikle Anaksimandros’un karşıtlıklarla ilgili görüşlerinden farklı bir içeriktedir. Çünkü Anaksimandros için karşıtlıklar kötülük (uyumsuzluk) olduğundan, ancak bire ya da birliğe (apeirona) döndüklerinde bu kötülüklerinden (uyumsuzluklarından) sonsuz iyilikle (sonsuz uyumla) hemhal olup kurtulur. Oysa Herakleitos için karşıtlıklar kötülük değil, iyiliğin ta kendisidir. Başka bir deyişle, karşıt olanların savaşı asla bir kötülük değildir. Çünkü ona göre var olmak, aralarında aykırılık bulunan ya da aynı cinsten olan şeylerin birleşmesidir; var olmak karşıtların hareketi demektir ve bu hareket ezeli ve ebedidir. Ona göre “karşıt olan şeyler bir araya gelir ve bu uzlaşmazlıktan müthiş bir uzlaşım doğar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir.”17 Karşıt olanlar, “yani, olumlu-olumsuz, bilinen-bilinmeyen, erkek-dişi gibi karşıtlıklar”, birbirleriyle uzlaşmaz olan ve farklı yönlere giden öğelerdir. Bu uzlaşmaz ve birbirinden ayrı duran öğeler bir araya gelerek bir bağlam veya uyum (harmonia: ἁρμονία) oluşturur. Herakleitos’ta bağlamı ve uyumu oluşturanlar, birbiriyle uyumlu ve uzlaşan öğeler değil, tersine uyumsuz ve uzlaşmaz olan öğelerdir.18  Buradaki uyum, yani Yunanca harmonia kelimesi, “birbiriyle uyumlu parçaları bir araya getirme ve bağlama” anlamına geldiği gibi, “düşman güçlerin ya da karşıt güçlerin arasındaki uyuşma ve uzlaşma” anlamına da gelir. Buradan da anlaşılacağı üzere, Herakleitos’a göre harmonia “uzlaşmaz olanların birliğidir.” Kısaca, Herakleitos için karşıtlıkların savaşı (polemos), varlığın ya da oluşun temel şartıdır. Bu savaş olmasaydı, hiçbir şey ortaya çıkmazdı. Çünkü “evren, karşıt olanların mücadelesinden doğan bir uyumdur”.
Herakleitos için her şeyin her şeye aykırılığından bir “harmonia” doğuyorsa, evrenin ve içindeki her şeyin meydana gelmesi ve yaşamlarına devam edebilmesi için, demek ki sürekli bir çarpışma, sürekli bir zıtlık gereklidir. İşte bu yüzden, ona göre, “savaş her şeyin babası ve her şeyin kralıdır. O bazılarını tanrı, bazılarını insan yapar; bazılarını köle kılar, bazılarını da özgür.”19
Karşıtlıkların mücadelesinin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için değişik örnekler de verir. Örneğin, bir yay iki zıt unsurdan meydana gelir: bir ağaç kısmı, bir de kiriş kısmı vardır ve bunlar birbirinin zıttıdır. Çünkü kiriş ağacı hiç de doğal olmayan bir yolla gererken, ağaç da kirişi aynı şekilde, yani doğal olmayan bir yolla gergin tutar. O halde yayı yay yapan, bu zıt kısımların (ya da zıt kuvvetlerin) gerilimidir. Bir yayın yay olmaktan çıkması, bu gerginliğin yok olmasına bağlıdır. Demek ki bu gerginlik, yayın yay olması için gerekli bir şeydir. Dolayısıyla, zıtlıkların arasındaki gerginlik (savaş ya da mücadele) hakkın, adaletin veya zorunluluğun ta kendisidir. Çünkü bu gerginlik ya da savaş her şeyde ortak olandır, her şey savaşla doğar, her şey savaşla yok olur; başka deyişle, oluş ya da süreklilik savaşla mümkündür. Daha yalın bir ifadeyle, Bir olanın birliğini sağlayan, çokluğun birbirine zıt olan gerilimidir. Bu gerilim ortadan kalkarsa, birlik de ortadan kalkar. Çünkü çokluk olmadan birlik, birlik olmadan da çokluk olamaz; Evren, bir ve aynı zamanda çok olduğuna göre. Herakleitos bu düşüncesini şu şekilde ifade eder: 
“Ölümlüler, ölümsüzdür; ölümsüzler de ölümlü. Biri diğerinin ölümü ile hayat bulur; diğerinin hayat bulmasıyla ölür; Bir dairenin çemberinde başlangıç ve son aynıdır; Yaşamakla ölmek bir ve aynı şeydir; uyanıkla uyuyan, gençle ihtiyar da keza birdir, çünkü ilki değişince ikincisi olur; ikincisi değişince birincisi olur; İnen ve çıkan yol bir ve aynıdır.”20
Karşıtlıkların daha da derinine inmek istersek, Herakleitos’un, yukarıda da belirttiğimiz gibi, varlığı oluşa indirgediğinde, her şeyin sürekli bir akış halinde olduğu düşüncesinin arkasında yatan manayı iyice anlamamız gerekir: Herakleitos “Aynı nehre girenlerin üstünden her an yeni sular akar; ya da aynı nehre adım atarız ve giremeyiz; biziz, biz değiliz,”21derken ve felsefede klasik bir deyiş haline gelerek “pantarei: her şey akar,” diye özetlenen görüşünü sunarken, her şeyin her an değiştiğini vurgular. Ama bu değişim içinde ateşin, yani birliğin hep aynı kaldığının da üstünde özellikle durur. Çünkü ona göre bu birlik bir yasadır ve bütün değişimler bu yasa sonucu olmaktadır. Bu yasa, değişende değişmeyendir; ya da kısaca bu yasa değişimin mantığıdır, ilkesidir. Ona göre ateş, bu yasaya göre yanar, bu yasaya göre söner. Dolayısıyla, bu yasa Herakleitos için bir ölçü, bir sınır ya da onun deyişiyle Logos’tur. Ateşin en saf kaynağı olan “Güneş bile sınırlarını aşamaz”, ona göre, “olur da aşarsa, adaletin hizmetkârları olan Öç tanrıçaları onu yakalar.” 22 Çünkü Logos, aynı zamanda bir zorunluluktur; bir mantıktır; işitilebilen bir sözdür. Herkese, her şeye kendini sunduğu halde, kendisine gönlünü kapatanların, yani yığınların idrak edemeyeceği gizli ya da tanrısal bir akıldır; Logos, yepyeni bir tanrısal dünya kanunudur. Bunu anlamak için tanrısal bir kavrayış yeteneğine, tanrısal bir duyuşa ihtiyaç vardır.23 Herakleitos Logos’u sezgi yoluyla (Latince, intuitio) evrenin derinlerine dalıp keşfetmiştir ve keşfedince görmüştür ki, Logos’un dili kutupluluktur, başka deyişle Logos’un özü karşıtlıklardan ibarettir. Bitip tükenmeyen bir hareketlilikle serpilip gelişir bu karşıtlıklar ve arkalarında hep hazır bulunan bir tanrı fikri söz konusudur. Bu fikir, karşıtlıkların bir olduğu noktadır. Görmek için bakan gözlere karşıtlıkların bu birliği her yerde ve her zaman görünür. Örneğin, bir bütünün iki yarısı olan gece ve gündüzde; sonsuzca akan bir nehre benzeyen ve hem varolmayı hem de yok olmayı içinde barındıran insanın hayatında; erkek ile dişide; savaştaki yenme ve yenilmede; uyanıklık ile uykuda; gençlik ile yaşlılıkta; yaşam ile ölümde. İşte tüm bu karşıtlıklar iki ayrı şey olarak görülseler de aslında bir ve aynı şeydir; ya da Bir’in ayrı ayrı yanlarıdır.
Peki gerçekten nedir bu Logos denilen birlik, ortaklık, yasa, zorunluluk, söz, ilke, hakikat ya da akıl? Evrenin dışında mıdır, içinde midir; yoksa tanrı mıdır? Bu soruların en yalın cevabı şudur: Logos, Herakleitos’un ateşinin kendisidir. Çünkü ateş hem evren, hem tanrı, hem de Logos’tur. İlle de bir ayrım yapılacaksa, tanrı evrenin ilkesi olan bu ateşin en saf halidir denilebilir; Logos da bir yasa ya da kuvvet olarak tanrının evrende iş gören yanıdır. Kısaca Logos evrene içkindir. Ateşin bizzat özünde olandır; ateşin kendisi olan yasadır. Buna siz ister tanrı deyin, ister tanrısal yasa. Çünkü şeylerin altında yatan sadece tek bir akıl (sophon) vardır.24 Demek ki, Herakleitos’a göre tanrı, düşünen ve düşünceden ibaret olan ateşten bir düşünmedir. Ne maddedir, ne vardır, ne yoktur; her şey ve hiçbir şeydir; sürekli bir oluş çelişmesiyle yok olan bu Ateş, söndükçe yanacak, yandıkça sönecektir. Yani evren bir alev tufanı içinde yok olacak, ama yok olan evrenden, yeni ve yine ateşli bir evren doğacaktır. 25Bunun anlamı şudur: Evren ya da âlem tanrıdan önce vardı, şimdi de vardır, gelecekte de var olacaktır. O halde, âlemi hiçbir tanrı ya da hiçbir insan yaratmamıştır. Tanrı, gündüz ve gecedir; kış ve yazdır; savaş ve barıştır; bereket ve kıtlıktır. Tanrı, insana küçük çocuk adını vermiştir, çünkü ona göre her şey insan gibi çocuktur.
Bu düşünceler Herakleitos’un toplumundaki yaygın din anlayışına da karşı olduğunu gösterir. Çünkü ona göre gerçek din, düşüncelerimizle evrensel ateşin tanrısal düşüncesine dalmaktan ibarettir. Hayallere tapmak, ölülerle konuşabileceğini farz etmek, yukarıda da söz edildiği gibi, kanlı kurbanlarla dinsel kutlamalar yapmak insanı arındırmaya yetmez. Dolayısıyla Herakleitos’ta öte dünya ya da ahret fikri de yoktur, çünkü onun tanrısı öç alan, ödül veren bir tanrı değildir. Ayrıca, ona göre tümel bir ölüm de yoktur, ancak bireylerin ölümü söz konusudur.
Herakleitos’a göre, karşıtlıkları birbiriyle uzlaştıran şey zamandır (aion). Zaman ona göre “dama oynayan bir çocuktur (pais); yani, saltanat çocuğun elindedir”. 26 Bu saltanat, sadece karşıtlıkların oyununa, onları birbirine bağlayan uyuma has bir saltanattır. Tamamen tanrıya ait bir saltanattır. Çünkü tanrı, ya da Herakleitos’un düşüncesindeki tanrı, görünen uyumdan daha üstün, yüce ve görünmez bir uyumdur; ve bu gizli uyum, görünen uyumdan çok daha iyidir. 27
Kısaca, Herakleitos Ateş ya da Logos kuramıyla aslında uyanıkken uyuyan insanlığı dürtüp tam anlamıyla uyandırmak ve yüksek bir idrak gücüne erdirmek ister. Çünkü Logos aslında şu koskoca dünya gibi hepimizin gözleri önündedir. Ama bizlerin en büyük yanılgısı gözlerimizin önündeki doğruyu göremememizdir. “Duysalar bile öyle bir cehalet içindeler ki,” der halk için, “sağır gibi davranıyorlar. Burada oldukları halde, yoklar deyişi ne de güzel ifade ediyor onların bu durumunu.”28Burada Herakleitos’un duyularımızın bizi tamamen yanılttığını düşündüğünü söyleyemeyiz. Çünkü ona göre insanın dışındaki şeyleri anlaması için sahip olduklarının başında duyuları gelir. Ama önemli olan insanın duyularıyla algıladığını muhakeme edebilme yeteneğidir. Logos’u yani şeylerin hakikatini gördüğümüz halde, görmememizin sebebi budur. Onun her şeyde ortak olduğu halde, bizim onu alışılmadık ve beklenmedik bir şeymiş gibi düşünmemizin sebebi de budur. “Tek bir ortak akıl (ya da ilke: Logos) vardır, ama çoğunluk kendilerine ait bir akıl (phronesis) varmış yaşar.”29 “Evren uyanık olanlar için tek ve ortaktır, ama uykudayken her insan yana, yani kendine özel evrenine dönüp kıvrılır.”30
Uygulamalar
  1. Ksenophanes’in felsefe öğretisinin asıl amacını irdeleyin.
  2. Ksenophanes’in tanrı anlayışıyla toplumların geleneksel tanrı anlayışını karşılaştırın.
  3. Ksenophanes’in Yunan felsefesindeki yeri ve önemi üzerine kısa bir makale kaleme alın.
  4. Herakleitos’un gizemli öğretisinin asıl amacının sorgulayın.
  5. Herakleitos’un Logos anlayışı üzerine kısa bir makale kaleme alın.
  6. Her iki düşünürü kendilerinden önceki Yunan düşünürleriyle kıyaslayın.
Uygulama Soruları
  1. Ksenophanes’in dini ve siyasi görüşlerini değerlendirin?
  2. Ksenophanes’in bilgeliği nasıl bir bilgeliktir?
  3. Ksenophanes ile Miletos okulunu karşılaştırın.
  4. Ksenophanes ile Pythagoras’ı karşılaştırın.
  5. Herakleitos’un “Karanlık” sıfatı nereden ileri gelir?
  6. Herakleitos’un ateşinin özellikleri nelerdir?
  7. Herakleitos karşıtlıkların birliğini nasıl tanımlar?
  8. Herakleitos için çok şey bilmek ne anlam ifade eder?
  9. Herakleitos’da uyanık olanlar ile uyuyanlar arasında ne fark vardır?
  10. Herakleitos’un felsefi düşüncelerinin altında yatan amaç nedir?

Bölüm Özeti

Ksenophanes’in amacı, ahlaki açıdan mükemmel bir insan yaratmaktır. İyi ve mutlu yaşam, ancak böyle bir insanla mümkün olur. İnsan, insani aklıyla hiçbir zaman hakikate tam olarak vakıf olamaz, ama insan olabileceği en üst konumda olursa, hakikate yaklaşabileceği bilgiyi de elde etmiş olur. Aslında insanın hakikate tam olarak vakıf olamaması, onun hep ileriye bakmasına, hep kendini geliştirmesine neden olacağı için, bir anlamda da onun yararınadır.
Ksenophanes’teki gelişim fikri, farklı nüanslar içermekle birlikte Herakleitos’ta da mevcuttur. Çünkü o da gizemli öğretisiyle insanı uyandırmak, sezgi gücünü geliştirmek, hep ileriye dönük yaşamasını sağlamak ister.  

Bahar Dönemi

Üniteler 1. Platon Ve İdealar Öğretisi 2. Platon’da Ahlak Giriş 2.1. İdea Nedir, Ne İşe Yarar? 2.2. Ruh (psykhe) Nedir? 2.3. En...